Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

24 Mart 2014 Pazartesi

Şizofreni Pençesi mi?


Bu sessizlikte duvarlara mı konuşuyorum; yoksa duvarlar mı benimle konuşuyor, artık hiçbir şeyin ayırdına varamıyorum. Duyabilen, tabletleri okuyup çözmeye çalışanlar için minik bir ipucu vermek gerekirse, benim içimdeki göğün dili yitik bir uygarlığın lehçesiyle konuşuyor ve belki de bu yüzden dur durak bilmeden, kelimelerin görüntüsüne sığınma, o görüntülerin çektiği fotoğrafta var olma ihtiyacını hissediyorum.  

O fotoğrafta kendimi görmek, gölgelerle süslü hayatın içinde tab edilmeyi bekleyen ikincil bir gölge gibi yaşamak beni rahatlatıyor. Bu bir kişilik sorunu mudur ve sorunun ne olduğunu anlamak için bir psikoloğa gitmeli miyim, bilmiyorum. Şu an müthiş uykusuzum. Başım çatlayacak gibi, ağrıyor. Yorgun, karaya çekilmiş, jilet fabrikasına gönderilmeyi bekleyen eski bir şilepten hiç farkım yok. 

Aslında Deniz'i özlüyorum. 

Sıcak kumların üzerinde çıplak ayaklarımla yürümeyi, sırtüstü, kelebek, serbest stilde yüzmeyi özlüyorum.

Borsa'da minübüsten inip, Konak Meydanı'na varıncaya kadar ruhumun yelkenlerini imbat rüzgârıyla doldurduğum günleri özlüyorum.

Özlemek insanı yorar mı?
Galiba, evet.

Âh evet, biliyor ve anlıyorum. Önümde zulmün kof tanrısı, bu çöl ikliminde bir dreyfus gibi yaşamak zor. Hatta imkânsız. Fakat, yine de bekle diyor içses: Monodramı bekle!

Mavinin gözaltı kitabına dantelli güneş dikiyor zaman. İdare kandili yay perdesine sabır işlerken, son repliği bekle! Sonra uçur yağmurcunları, uçur dilindeki yitik lehçeden.

Es!  

Gövdem, yaprağım!
De ki işte ben:  Yüz yıllık kilitli sarmâşık!
Tenimle, tin'imle, doğmamış sözcüklerle konuşarak, bir zulmete şimdi nasıl öğretirim o yitik uygarlığın dilini? Kime, nasıl anlatırım ırayıp giden Genesis'in anlamını?  

Iramak'ta tıpkı özlemek gibi. İnsanı yoruyor, insanı zihninden vuruyor.

"Âh! Yeşilini, mavisini sevdiğimin kenti/Toprağında karanfil olaydım" dizelerini yazdığım şehirden, anılardan sisler içinde uzaklaşmak beni yoruyor. Ama sanırım yorucu olan bir yerden uzaklaşmak değil, oradan uzaklaşırken de aynı zamanda koyu bir sessizliğe yakınlaşmak. Yakınlaştığın noktadan itibaren de sessizliğin çekici, yalın duran zehirli örtüsüyle kucaklaşma ihtimali beni ürpertiyor.

Hani, "Yorulur elbet, kırbada su, dalda elma yorulur" diyordu ya, şair.

İnsan sessizlikten de yoruluyor. Ve işte o zaman gün boyu seviştiğiniz kelimelerin size yetmediğini anlıyorsunuz. Seçeneğiniz tek. Biçâresiniz. Ve zamanın iplerini kopartıp, tercihinizi duvarlara konuşmaktan yana kullanmaya başlıyorsunuz.

Biliyorum kalbimin paydası tek. Biliyorum, çünkü ölümün zıt kutbundaki uçsuz bucaksız dirimin utkuyla sırlanmış gizli öznesi, nârkürede kâşifini bekleyen bir kenz-i mahfiyim ben. Bana müsaade. Bilinmeye, yeniden doğuş için aynamdan içeri gitmeliyim diyorsunuz.
  
Sonra karşınızda açılan kapıda beliren gölgeye bakıp, kendi kendinize fısıldayarak soruyorsunuz? Yoksa, şizofreni pençesine mi düşüyorum, karşımda konuşan Olric'in kuzeni Modric mi? Ya da ikizi Behiye mi? Kim? Ne?

-Buyrun efendim diyor, içses. Buyrun, sahne sizin. 

Monodram başlıyor. 

Alkışları duyuyor musunuz?

fy

1 yorum:

GülinDünyası dedi ki...

özlemek hiç duymayan birine seslenmek gibi bir şey seys ondan işte :(