“Doğmak en başta
vedalaşmaktır yaşamla” Ayfer Feriha Nujen
Giriş
İnsanın varoluşuyla birlikte gerek
kendini, gerekse yaşadığı dünyayı, etrafında olup bitenleri anlaması, bedensel
varlığını sürdürme çabası hiç kuşkusuz ruhunda var olan yaşama bilincinin ışığıdır.
Her insan için dünyevi yaşamdan
kopuş olarak adlandırılan yok oluş süreci, yani tensel varlığın sonlu olma
durumu ise ilk insanlardan günümüze kadar kabullenilmesi zor bir realite olarak
tarih boyunca canlılığını korumuş, insanoğlu ölüm karşısında duygularını yazılı, sözlü, birbirinden
farklı tutum ve davranışların sergilendiği geleneksel matem âdetleriyle ifade etmiştir.
Ölüm acısı karşısında her toplumun kendine has tavırları
olduğu gibi, tüm insanlık için ortak olanı da vardır. Örneğin insanoğlunu ölüm
karşısında sergilediği en temel davranış ağlamak ve başına toprak saçmak olmuştur.
Nitekim tarihte bilinen en eski epik şiir olarak bilinen Homeros’un “İlyada”sında
Akhilleus’un, çok sevdiği arkadaşı Patroklos’un ölümü üzerine ağlayarak
kendisini yerden yere attığı ve deniz kıyısında kendinden geçmiş bir hâlde iki
eliyle yerden toprak alarak başına döktüğü anlatılır. Yine 10. Osmanlı Padişahı
Kanunî’nin ölümünü duyan askerlerin başlarına toprak saçtıklarını da tarihi
kayıtlardan biliyoruz.
Bunlardan başka; sevilen birinin ölümü üzerine
yaka yırtmak, elbiseyi ters giymek, siyah veya gök renkli elbiseler giymek,
başa giyilen külahı vs.yi yere vurmak, saç kesmek veya yolmak, taş vs. ile
kendine vurarak döğünmek gibi âdetlerin çeşitli yazılı kaynaklara ve ebedî
eserlere yansıdığı görülür.
İnsanlığın bu en çetin kavramı olan
ölüm, “ölmeden önce ölünüz” kutsî hadisinin işaret ettiği varoluşun bu
tasavvufî izahı ile estetik bir anlam kazanır, bu anlamın yorumları retorik
aracılığıyla ifade edilir. Sözgelimi, “ölürse tenler ölür canlar ölesi
değil” ya da “Şeb-i Arus” söylemine dönüşür, ölüm korku olmaktan
çıkar. Bu arada Varoluşçuluk felsefesinin çözemediği bu denklemi tasavvuf
çözmüş müdür? sorusuna cevap bulmak gerekir: “Yunus’a göre bütün varoluşun
sırrı ve anlamı ölüm duygusu ve olgusunda yatmaktadır. Bunun için, Yunus,
ölümü, J.P.Sartre ve diğer ateist varoluşçuların aksine, her şeyin kendisiyle
son bulacağı kötü kader veya inanç olan bir son olarak görmüyor. Varoluşçulara
göre, insanın bütün ıstıraplarının ve tasalarının kaynağı ölüm olduğu halde,
Yunus için ölüm mutluluğun tâ kendisidir. Yunus ve varoluşçular ölümün insana
özünü kazandırdığı görüşünde birleşirlerse de, ölümle kazanılan özün tabiatında
ayrılırlar. Yunus’a göre ölüm insana optimist (iyimser) bir öz kazandırdığı
halde, özellikle ateist varoluşçulara göre, pesimist (karamsar) bir öz
kazandırmaktadır. Bu bakımdan da, Yunus için hayat ne kadar anlamlıysa,
varoluşçular için de o kadar anlamsızdır.”
Tasavvuf düşünürlerine göre ölüm,
bir bitiş, sona eriş değildir, ölümsüzlüğün açıldığı ilk kapıdır; vuslatın ilk
gecesi Mevlana’nın “Şeb-i Arus” deyimiyle Düğün Gecesi’dir. Aslında ölüm ten
içindir, canlar asla ölmez. Şüphesiz Yunus’un “olası degül” redifinin mutlaklık
taşıyan söyleminde, özne’si “mana eri,” yani varlığın özünü, cevherini kavrayan
âşıktır. Âşık olmak ise, insanın nefsini öldürerek dünyevî tutkulardan
uzaklaşması, yani ölmeden önce ölmesi ile mümkündür. Böylece nefsini öldüren
insan, Tanrı aşkına kavuşur, fenâfillah denilen Tanrı varlığında yok olur. Ölüm
maddî ten’e aittir ve Tanrı’ya ait olan ruhun bedendeki formu olan “can” asla
ölmez.
“Haziran'da Ölmek Zor” Fakat Kelebek Kıvamında
Yaşamaktır Aslolan
“sokaktayım
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor!”
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor!”
Yakın dönem Türk şiirinin
Toplumcu-Gerçekçi şairlerinden Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “1963'lerde yaşanılanları ben, ancak böyle
dökebildim 1976'larda şiire. Onüç yılda özümsemişim o olayları, onüç yıl sonra
damıtabilmişim. O günleri yaşayıp da ozanlığa soyunanlar, elbette ki benden
daha iyi yapabileceklerdir bu işi. "El elden üstündür, taa arşa
kadar" demiş eskiler.” diyerek anlattığı “Haziranda Ölmek Zor” isimli
şiiri 60’lı yılların zorlu siyasi koşullarından, toplumsal olaylara değin
yaşanmışlıkların anlatıldığı ve Nazım Hikmet’in vefatı karşısında o dönemde yürekte
hissedilen yoğun duyguların destansı bileşkesidir. Şair bir yerde yaşam
çemberinin son aşaması olan ölümün geri döndürülemez gerçekliğini “haziranda
ölmek zor” dizesiyle anlamlandırır ki bu dize okurlara hayatın sınırlılığını ve
ölümün soğuk yüzüyle mevsimlerin en güzelinde yüzleşmenin acısını duyumsatır.
Çünkü Haziran ilkyazdır.
Gülten Akın’ın “ah kimselerin vakti yok/durup ince şeyleri anlamaya” dediği, insanın
içinde yaşama sevincini uyandıran nice inceliklerin bulunduğu, fıkır fıkır
canlı ve yaşamaya doyulmayan bir aydır.
Goethe’nin “Yaşamaya zaman ayırın, zira zaman bunun için
yaratılmıştır” sözünü anımsayalım. Kış bitmiş, ağaçlar çiçeklenmiş, maviyle
yeşil kol kola sarmaş dolaş birbirine karışmış, kıyı kesimlerinde denizden iyot
kokuları hissedilmeye başlamış, havalar iyice ısınmıştır. Böyle bir zamanda
yaşamayı kim istemez. Nitekim Mehmet Akif Ersoy’un da “Bir ebedî sel ki zamandır adı/Haydi katıl sen de o coşkun sele” diye
ifade ettiği zaman dilimi belki de işte Hazirandaki bu zamandır. İlkyazın şairle,
şiirle aynı koordinatlarda buluştuğu, zariflik ve inceliğin kelebek kıvamında
yaşandığı düzlemin adıdır Haziran.
Fakat ölüm; yaşamaya hangi zamanı ayırırsak ayıralım söz ve mekân dinlemiyor.
Genç, yaşlı, zengin, yoksul, şair, yazar diyerek kimseye ayırım yapmıyor. Edebiyat
ajandalarına baktığımızda Ahmet
Arif, Ahmet Haşim, Ahmet
Muhip Dıranas, Alâeddin Özdenören,
Cahit Irgat, Cahit Kulebi, Cahit
Zarifoğlu, Hasan İzzet Dinamo, İlhami Çiçek, Nâzım Hikmet, Tahsin Saraç’ın Haziran’da vefat eden şairler
olduğunu görüyoruz.
Bu isimlerin hepsinin de
Türk şiirinde ayrı bir yeri olduğu kuşkusuzdur ancak bir dönem memleketim
Kırıkkale’de, 1978-1980 yılları arasında üç yıl Edebiyat Öğretmenliği yapan
İlhami Çiçek’i ayrıca anmadan geçmek istemiyorum.
İlhami Çiçek hayatı
kelebek kıvamında yaşayan şairlerdendir. Kısa süren ömrüne “Satranç Dersleri”
isimli unutulmaz ve kült olmuş bir şiir kitabı sığdıran Çiçek için Nuri
Pakdil’in ifade ettiği “Şiir Sandığı” tespiti çok doğru bir değerlendirmedir.
İlhami Çiçek; tarih
bilinciyle yaşadığı çağdan kuşkuludur, hüzünlüdür ve her usta şair gibi ince
ruhludur. Çünkü “Sığ
ve anlamsız ilişkilerden sürekli rahatsızlık duyar.” Satranç Dersleri isimli
uzun şiirin VII. Bölümünde “o yıllar bir ressam tanırdım/gök çizemezdi/yüksek
evler yapardı yitik kadın yüzleri” diyerek başladığı dizelerde doğayı ve insan
hayatını betimlerken, kelimelerle âdeta empresyonist bir tablo çizer.
Yayımlanmamış söyleşisinde şöyle der; “Şiirin
insana ulaşması, onu kalbinden kavraması da buna bağlı. Yoksa kör olur gözleri
şiirin. Bir yaşantıdır, ‘bir ince akım’ı yaşamlaştırmanın uzun serüvenidir
şiir. Bir ’akım’; yüzeye pek yansımayan derinlerden süren bir dalga; insanı
yakan, estiren, kıpırdatan bir şey… Nuri
Pakdil şöyle der Biat II’
de: “Şiir ancak ‘tarihi yonta yonta’ bir akımı geçirmeye başlar. Bunu yapmak istedim
ben de, ‘Satranç Dersleri’ dizi
şiirinde.”
İlhami Çiçek belirttiği
ince akımı “doğru akıma”, hatta doğru akımın içinde yonttuğu bilinçle II. Yeni’ye
alternatif bir şiir geliştirmeyi başarmış, son yüzyılın en iyi şairlerinden
biri olmuştur.
Haziran da ölmek mi zor?
Yaşamak mı? Bu sorunun yanıtını Cemal Süreya’nın “Her ölüm erkendir” dizesiyle
örtüştürerek son sözü yine İlhami Çiçek’e bırakalım.
“Sabır olmasaydı yeryüzünde bir gün kalınabilir miydi”?
Ya da,
“İnsan
azar azar kopmuştur”
Fatih Yavuz Çiçek
Fatih Yavuz Çiçek
Kaynaklar :
*Haziranda
Ölmek Zor/Hasan Hüseyin Korkmazgil
Ölüme Karşı Tavır
Almanın Estetiği/Prof Dr. İlhan
Genç
Acıyı Bal
Eylemek. Türk Edebiyatında Mersiye/Prof. Dr. Mustafa İsen
Göğekin İlhami
Çiçek’in Anısına/Hüseyin Cahid Doğan