Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

20 Nisan 2014 Pazar

Orhan Kemal’i Sosyoloji Disiplininden Okuma Denemesi


Orhan Kemal; kendi yaşam öyküsünü anlattığı “Küçük Adamın Romanı” üçlemesinde bitmek tükenmek bilmeyen yazma tutkusunun kaynaklarını, sanki ışıl ışıl parlayan bir kuyumcu vitrini gibi okurların gözleri önüne sunarken, aynı zamanda da bireyin kendi kendisini ve yaşadığı toplumu anlaması için öncelikle insanı konu edinen farklı disiplinlerden faydalanmak gerektiğini çok iyi özümsemiş bir yazar profili çizer.

Küçük Adamın Romanı’na Türkçede “toplumbilim” olarak bilinen, bireylerin diğer bireylerle ve toplumla ilişkilerinde ortaya çıkan davranış biçimlerini inceleyen sosyoloji penceresinden baktığımızda, Orhan Kemal için, toplumun normlarını okuyarak değil, yaşarak öğrenme sürecinden geçmiş bir yazardır tespitinde bulunmak pekâlâ mümkündür.

Beyrut, Adana, İstanbul üçgeninde anlatılan olaylarda öne çıkan mekânlar, tipik bir taşra görüntüsü içinde hayata tutunmaya çalışan sıradan insanların zorlu ama gerçek yaşam koşullarını, davranış biçimlerindeki detayları taşra-merkez, iyi-kötü, zengin-yoksul, vb. olguların karşıtlığıyla tamamlayan rengârenk bir puzzle resmi gibidir. Çünkü taşra, uzaklıktır, dışarıda kalandır, kimi zaman bir ailenin sürgünle parçalanmışlığıdır, kimi zaman bir mevsimliğine göçülen yerdir ve taşranın kilidini açacak yegâne anahtar yoksulluktur. Yoksulluksa küçük ve sıradan yaşamların bu dünyada olmakla olmamak arasında kaldıkları a’raf'ıdır.



Üçlemenin birinci kitabı “Baba Evi” toplumda saygınlığı bulunan, statü sahibi, ataerkil bir ailenin konakta yaşadığı günlerin anlatılmasıyla başlar. Osmanlı’nın son demleridir ve yazarın anlatımından otoriter, despot bir yapıda olduğu anlaşılan babası, çocuklarının okumasını, onların saygın bir meslek edinmelerini istemektedir.

“Gümüş topuzlu bastonu, sarı çantası, hasırlı kırmızı fesi, bilhassa bana bakarken mutlaka çatılan kalın kaşlarıyla o, benim için, iri gövdeli bir korkudan ibaretti. Kalın kalın öksürerek gelirdi:“Nerde o oğlan?” Sanki yerimi bilmiyormuş…“Dersine çalıştı mı bakayım?..Ha?”

Baba’nın isteği son derece olağandır. Çünkü tarih boyunca toplumda en belirgin statü kriteri eğitim,  meslek ve servettir ve yüksek tahsil görmek, okumuş olmak her dönemde geçerliliğini koruyan bir statü sebebidir. Ancak despotik ebeveynin isteklerinin merkezde olduğu bir ailede yetişen çocuğun okul, iş, arkadaş hayatında başarılı olma şansı azalır. Nitekim kitabın ilerleyen sayfalarında yazar, karşımıza okul başarısı düşük bir öğrenci profiliyle çıkacaktır.

Yazarın daha sonra geçen çiftlik günlerinde de, ikinci kitap “Avare Günler”de fabrikada dokuma işçiliğine başlaması esnasında, Boşnak kızı Cemile ile evlilik söz konusu olduğunda, evlilik esnasında geline komşulardan ödünç alınarak takılan altın, bilezik, küpe vs. türü mücevherlerin davetlilere duyurulmasında da aile büyüklerinin statüyü önemsediği görülür.

“Babam, yerde yemeye, bulgurdan yapılan haşlanmış taze asma yaprağı ile yenilen “Batırık” lara müthiş kızardı. Hele annemin “hizmetçi takımıyla” senli benli oluşuna daha çok kızardı. Hiçbir zaman gelin, kaynana, görümce dırıltılarının eksik olmadığı evimizde, babaannemle halalarım anneme şöyle haykırmışlardır: “Hizmetçi ruhlu kadın, aşağılık kadın, ruhsuz kadın” Hâlbuki annem… Bir eski “muallime” olan annem, istese de büyüklük satamazdı, elinden gelmezdi ki”

Beyrut günlerinin başlangıcında yaşamından memnun, lokanta işleten on yedi yaşındaki delikanlı işlerin ters gitmesi ve açtıkları lokantanın kapanması, babasının hastalanması üzerine matbaada işe girer. Artık varlıklı günler bitmiş, yoksulluk kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştır. Çalışarak ailesine destek olan, hayata tutunmaya çalışan yazar, Ermeni kız Virjin’den sonra tanıştığı, sevdiği Rum kızı Eleni’nin Beyrut’tan ayrılışı sonrasında Beyrut’tan soğur. Vatan özlemi çekmeye başlar.

“İşime gidip geliyordum, lakin her şeyden soğumuştum. Dördüncü haftalığımı alırken, patron her zamandan daha sert, bir şeyler söyledi, anladım ki işime son veriliyor!”(…) “İki seneden beri bir türlü alışmadığım bu yerler, bu gurbet ellerden usanmıştım. Vatanım burnumda tütüyordu. Vatanım, bilhassa memleketim, okulum, arkadaşlarım!”

Kısaca “yabancılaşma” olarak adlandırılan bu durum tarihsel süreç içerisinde bireyi ve toplumu hem psikolojik hem de sosyal yönden kuşatan bir kavram olarak karşımıza çıkar. Yazarın limanda gezerken gördüğü Türk vapuru ve direğindeki bayrağı vatan özlemini kabartır. Esas itibariyle vatan toprağı, bayrak, mukaddes kitaplar dünyanın her yerinde bir değerler bütününü simgelese de özünde taşıdığı sosyal değer millet olma, hürriyet ve bağımsızlıktır.

“Bir gün Beyrut Limanında dolaşırken bir Türk vapuru gördüm. Direğinde bayrağımız… Bu vapur, bu bayrak, bu benim memleketimin, vatanımın bir parçası… Saatlerce oralardan ayrılamadım. Büyülenmiş gibiydim, gözlerim bayrağımıza dikili, heyecandan çalkalanarak, oralarda dolaştım durdum. Sonra çılgın bir heyecanla konsoloshanemize koştuğumu hatırlıyorum… Neler söyledim? Beni dinleyenler kimlerdi? Bilmiyorum?”

Yaşadığı bu olay, zaten her fırsatta Adana’ya dönmek, tekrar okula başlamak isteyen ve bu isteğini ailesine söylemekten, onlarla tartışmaktan geri durmayan yazarın vatana dönüşüne vesile olur. Tekrar memlekete babaannesinin yanına gönderilir. Dönüşünde eski arkadaşlarını bulamaz, özellikle de aklından hiç çıkaramadığı Cin Memet’in ailesiyle İstanbul’a taşındığını öğrenince kısa süreli bir hayal kırıklığı yaşasa da yeni arkadaşlar edinmekte zorlanmaz. Geri dönüş sonrası en yakın arkadaşları Yorgi, Gazi, Hasan Hüseyin, en büyük tutkusu ise futbol olmuştur artık.

“Maçlar yapardık… Gazozuna, ellişer kuruşuna… Ağustos güneşinin Adana’yı kasıp kavurduğu altmış hararet derecesinde biz top peşinde koşardık. Yanmış, meşine dönmüştük. Sabahlardan akşamlara kadar, bitmez tükenmez, halftayımlar tamamlardık.”



Küçük Adamın Romanı Üçlemesinin ikinci kitabı Avare Yıllar, Yorgi’nin kepekçi dükkânının kapandığı bilgisiyle başlar ve arkadaşları ile birlikte mesken tuttukları Giritli’nin kahvesini,  yeni sevgilisini, İstanbul’a gitme, futbolcu olma hayallerini, İstanbul’a gitmek için para biriktirme düşüncesiyle dokuma fabrikalarında çalıştıkları günlerin anlatılmasıyla devam eder. Mekân taşradır. Yoksul, sıradan insanların hayatı kaldığı yerden devam etmektedir ve yazar soluduğu bu ortamdan bir çıkış arayışındadır. Çünkü taşra bir eksiklik, geç kalmışlık, tamamlanamamışlık, bu tamamlanamamışlığın yarattığı hüznün, “mahrumiyetin, mahremiyetin ve masumiyetin” sıkıntının, daralmanın mekânıdır, taşralı ise her daim bu havayı soluyandır.

“Babaannem, dokuma işçiliğimi küçük halama yazar, ne yapıp yapıp beni yanına aldırmasını, gidişimi hiç beğenmediğini bildirir”

İstanbul’a yakın kazalardan birinde oturan ve kocası ticaretle uğraşan küçük haladan gelen mektup ve para ile başlayan İstanbul yolculuğuna arkadaşı Gazi’de katılır. Önce Mersine, oradan da vapurla İstanbul’a gelirler. Vapurda tanıştıkları Hasan’ın, Galata’da kömür amelesi olarak çalışan arkadaşı Nevzat’ın küçük odasına yerleşirler. Aksaray’da tesadüfen karşılaştıkları eski hemşehrileri Kasafan Cemal ve Yirmialtılık Memet ile Adana günlerini, hatıraları yad ederler. Sonraki günlerde Galata kahvelerinde garsonluk, kömür ameleliği, simitçilik ve ikişer buçuk lirasına maçlar yapan mahalle takımlarında boğaz tokluğuna futbolculuk yaparlar. Bütün çabalarına rağmen, istedikleri gibi bir iş bulamayan iki arkadaş İstanbul’da tutunamaz ve Adana’ya dönmek zorunda kalırlar.

“Ve bir sabah, köprüsü tramvayları, kirli denizi, Galata’sı, Beyoğlu’su ve kalabalık caddeleriyle güzel kadınlarını İstanbullulara bırakıp, yarı aç, bindik vapura. Elveda İstanbul şehri!”

Taşradan merkeze varış, orada tutunmak, insanı hemencecik merkezin asıl bireyi yapmaz. Bir şekilde merkeze tutunabilmeyi başaran bireyler bu seferde yoksulluk kültüründen kaynaklı sorunları aşmak için çaba göstermek zorundadırlar ve bu sorunu aşmak için ne kadar çabalasalar, hatta bu süreçte ekonomik anlamda orta ve üst sınıf seviyeye gelseler bile, merkezin asıl kültürüyle hemen uyuşamaz, orada melez denilebilecek bir sosyokültürel örüntüyü yaşamak zorunda kalmaya devam ederler.

İstanbul’da tutunamayan yazar; Adana’ya geri dönüşten sonra, içinde bulunduğu yoksul hayat koşullarından çıkış yollarını aramayı sürdürür. Annesi de Adana’ya geri dönmüştür ve hükümetçe “idari haciz” konulan topraklarının kiralanması için girişimde bulunarak yaşadıkları sıkıntılı günleri atlatmak isterler. Fakat bütün uğraşılarına rağmen yaşamlarında istedikleri gibi bir iyileşme sağlayamazlar.

“Her ne olursa olsun müthiş bir surette aşağılara doğru kaydığımızın farkındaydım. Nereye tutunacaktık? Bana ne diyen, bacağından asılı koyunların dudak büken, omuz silken kalabalığı içinde yapayalnızdık (…) Bunlar burada, onlar orada sefilken, benim ortaokulum lükstü. Okul ekmekten önce gelemezdi” (…) Çalışmak gerekiyordu, ama nasıl?(…) Çocukken ne iyiydi? Büyümek bu muydu? Şimdi karanlıklar içindeydim sanki. Bol bir ışık, bir çıkar yol, pırıl pırıl bir aydınlığa kavuşmak istiyordum”

Okulu bırakır. Annesi, babasının yanına geri döner. Yazar, ırgatlık yapmaya başlar, bir süre sonra ırgatlığın dokumacılıktan zor olduğunu anlar, çalışma şartlarına dayanamaz ve bırakır. Daha sonra dokumacı olarak çalıştığı fabrikada muhasebe memuru olur. Kısa süre sonra evleneceği kız Cemile ile tanışır.

“Siyah önlükleri pamuk tozu içinde kızlar, iplikhanenin başörtülü kelepçi, bankocu, makaracı  kızları, ikişer, üçer, beşer, telaşlı, ürkek adımlarla geçerlerken, arada usullacık, bakar, güler birbirlerini dürterler. İçlerinden biri “ille o” akça pakça, on dördünde bir Boşnak kızı vardır ki, mutlaka bakar, güler ve birkaç adım sonra, tekrar döner, bakar, güler. Ta köşeyi dönüp kayboluncaya kadar!”

Evlenme isteğini babaannesine açtığında: “ Ne? İşçi mi? Allah sen gösterme ya Rabbi! Sen çıldırdın mı? Aklını mı kaçırdın çocuk? Fabrika gibi yerde, erkeklerin arasında. Seksen kişiden arta kalmış… Tövbe estağfirullah…” Yanıtını alır.

Sosyalleşme, bireyin içinde yetiştiği toplumun normlarını ve kendisinden beklediği rollere bağlı davranışları öğrenmesi ve içselleştirmesidir. Evlenmek, aile kurmak, sosyalleşme araçları içerisinde en temel olandır ancak geleneksel Anadolu terbiyesi içinde “iyi aile çocuğu” kavramı da aslında ailenin sosyalleşme konusundaki önemini anlatır. Bizim toplumumuzda gençler arasında hâlâ evlenilecek kadının “iyi bir aileden geliyor olması” veya” iyi bir aile terbiyesi almış olması” eğitim düzeyi ve fiziki çekiciliğin önünde gelen tercih sebebidir.

Babaannenin bütün itirazlarına rağmen, ırgatlık döneminde tanıştığı İzzet Usta’nın desteğiyle evlilik gerçekleşir. Düğünden birkaç gün sonra; takılan bilezik, küpe vs. ziynetin babanın şerefi için başkasından emanet alındığını, geri iade edileceğini öğrenir. Cemile, emanetleri babaanneye itiraz etmeden verir. Daha sonra karyola, elbiselik kumaşlar, entariler, halı, kilim vs.eşyalarda sahiplerine verilir. Cemile umursamaz: “Aldırma kocacığım, dedi, herkes sakız çiğner ama, Çingene kızı tadını çıkarır…Değil mi?” Der. Üçlemenin ikinci kitabı Avare Yıllar “Dünyanın tadını çıkarmaya devam ettik” cümlesiyle biter.



“Küçük Adamın Romanı” üçlemesinin son kitabı “Cemile” 1934 yılı Adana’sında yaşayan insanların hayatlarından, hayallerinden, umutlarından, özlemlerinden, endişelerinden, yoksulluktan, çıkar ilişkilerinden, yaşadıkları mekânlardan, çalıştıkları fabrikanın üretim sorunlarından kesitler anlatır. Yazar; çok detaylı olmamakla birlikte mübadele ile Adana’ya yerleşmek zorunda kalan mübadillerin, göç olgusunu da okurlara duyumsatır.

Kitabın başat kahramanı Cemile, Boşnak bir ailenin kızıdır. Babası İhtiyar Malik, mübadele ile geldikleri Karagöl’den Güney Anadolu şehri Adana’ya göçmüş, burada Boşnakların yoğun olarak ikamet ettiği kenar mahallelerden birinde kendisi gibi Boşnak olan dokumacı Musa’nın evinde kirada oturmaktadır. Karısı ölmüştür, oğlu Sadri ve kızı Cemile’den başka akrabası yoktur. Cemile gündüz dokuma fabrikasında çalışan, akşamları evin temizliğini yapan, çamaşırları yıkayan, 15 yaşlarında akça pakça, hamarat, güzel bir kızdır. Deveci Çopur Halil varlıklıdır ve Cemile ile evlenmek istemektedir. Fakat Cemile parayı değil, sevdiği adamı seçer. Deveci Çopur Halil ve Camgöz Sadık’ın, Karakız’ın bütün uğraşları, hatta Cemile’yi kaçırma girişimleri netice vermez. Cemile’nin babası İhtiyar Malik; methini duyduğu avukatın oğlu Kâtip Necati ile, kızının evlenmesine izin verir. Cemile’nin çalıştığı fabrikanın ortaklarından Ağa Kadir, İtalyan mühendisten kurtulmak için dokuma ustası ve onun yeğeni Camgöz Sadık ile işbirliği yapar. Camgöz Sadık ve çevresindekiler üretimin kötüye gitmesinden mühendisi sorumlu tutarak işçileri isyana zorlarlar. İsyan neticesi işçiler büyük bir bölümü işten çıkarılır. Camgöz Sadık kahve işletmeye başlamıştır. Fabrika’nın sahibi Numan bey ise, İstanbul ve İzmir’den işçi getirmeye karar verir. Bu haberi duyan işçiler Camgöz Sadık’ın kahvesini basarlar. Camgöz Sadık kaçar. Öfkeli kalabalık ellerine geçirdikleri herşeyi kırıp, dökerler. Roman, hiçbir şeyden habersiz olay yerine gelerek faytondan atlayan Kâtip Necati ve Cemile’nin İzzet Usta ile konuşmaları, İhtiyar Malik betimlemesiyle son bulur.

Orhan Kemal, “Küçük Adamın Romanı” üçlemesinde geçen olayları, kişileri, kişilerin diyaloglarını, mekânları, kendisinden hiçbir yorum katmadan, doğru-yanlış ayrımına girmeden, yaşananları sorgulamadan direkt olarak aktarır ve yorumu okurun algısına bırakır. Bu yüzden yazım tarzı Stendhal’ın “roman, yol boyunca gezdirilen aynadır” tanımıyla örtüşür. Hiçbir şekilde sosyoloji eğitimi almamış olmasına rağmen; onun, içinde yaşadığı toplumu, toplum içindeki grupları, yığınları, sosyal kategorileri, sınıfları, kurumları, toplumsal olguları bir sosyolog gibi çok iyi gözlemlediği, analitik düşündüğü, yaşayarak öğrenme sürecini yazma yeteneğiyle ustaca birleştirdiği görülür ki bu bireşim okurun aynasına yazarın verdiği mesajın canlılığını koruması ve anlaşılmak biçiminde yansımıştır.

Yüzüncü yılın eşiğindeki Orhan Kemal’i, sosyoloji disiplininden okuma denememizde son sözü yine Orhan Kemal’e bırakarak, yazımızı sonlandıralım:

“Yazar olarak olarak kendimi aradan çekip, okuyucumu anlattığım şeylerle başbaşa bırakıyorum. Görüyorum ki okuyucum zekidir. Başbaşa kaldığı şeyleri benim izahü şerhim olmasa da- anlayabilmektedir.”

Fatih Yavuz Çiçek

Kaynaklar:
Orhan Kemal, Baba Evi, Epsilon Yayınevi
Orhan Kemal, Avare Yıllar, Epsilon Yayınevi
Orhan Kemal, Cemile, Epsilon Yayınevi
Dilek Bulut, Türk Edebiyatında Taşra
Vejdi Bilgin, Bizi Kuşatan Toplum: Sosyolojiye Giriş
Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?


Hiç yorum yok: