Orhan Kemal; kendi yaşam öyküsünü
anlattığı “Küçük Adamın Romanı” üçlemesinde bitmek tükenmek bilmeyen yazma
tutkusunun kaynaklarını, sanki ışıl ışıl parlayan bir kuyumcu vitrini gibi
okurların gözleri önüne sunarken, aynı zamanda da bireyin kendi kendisini ve
yaşadığı toplumu anlaması için öncelikle insanı konu edinen farklı
disiplinlerden faydalanmak gerektiğini çok iyi özümsemiş bir yazar profili
çizer.
Küçük Adamın Romanı’na Türkçede
“toplumbilim” olarak bilinen, bireylerin diğer bireylerle ve toplumla
ilişkilerinde ortaya çıkan davranış biçimlerini inceleyen sosyoloji
penceresinden baktığımızda, Orhan Kemal için, toplumun normlarını okuyarak
değil, yaşarak öğrenme sürecinden geçmiş bir yazardır tespitinde bulunmak pekâlâ
mümkündür.
Beyrut, Adana, İstanbul üçgeninde
anlatılan olaylarda öne çıkan mekânlar, tipik bir taşra görüntüsü içinde hayata
tutunmaya çalışan sıradan insanların zorlu ama gerçek yaşam koşullarını,
davranış biçimlerindeki detayları taşra-merkez, iyi-kötü, zengin-yoksul, vb.
olguların karşıtlığıyla tamamlayan rengârenk bir puzzle resmi gibidir. Çünkü
taşra, uzaklıktır, dışarıda kalandır, kimi zaman bir ailenin sürgünle
parçalanmışlığıdır, kimi zaman bir mevsimliğine göçülen yerdir ve taşranın
kilidini açacak yegâne anahtar yoksulluktur. Yoksulluksa küçük ve sıradan
yaşamların bu dünyada olmakla olmamak arasında kaldıkları a’raf'ıdır.
Üçlemenin birinci kitabı “Baba Evi”
toplumda saygınlığı bulunan, statü sahibi, ataerkil bir ailenin konakta
yaşadığı günlerin anlatılmasıyla başlar. Osmanlı’nın son demleridir ve yazarın
anlatımından otoriter, despot bir yapıda olduğu anlaşılan babası, çocuklarının
okumasını, onların saygın bir meslek edinmelerini istemektedir.
“Gümüş
topuzlu bastonu, sarı çantası, hasırlı kırmızı fesi, bilhassa bana bakarken
mutlaka çatılan kalın kaşlarıyla o, benim için, iri gövdeli bir korkudan
ibaretti. Kalın kalın öksürerek gelirdi:“Nerde o oğlan?” Sanki yerimi
bilmiyormuş…“Dersine çalıştı mı bakayım?..Ha?”
Baba’nın isteği son derece olağandır.
Çünkü tarih boyunca toplumda en belirgin statü kriteri eğitim, meslek ve servettir ve yüksek tahsil görmek,
okumuş olmak her dönemde geçerliliğini koruyan bir statü sebebidir. Ancak despotik
ebeveynin isteklerinin merkezde olduğu bir ailede yetişen çocuğun okul, iş,
arkadaş hayatında başarılı olma şansı azalır. Nitekim kitabın ilerleyen
sayfalarında yazar, karşımıza okul başarısı düşük bir öğrenci profiliyle
çıkacaktır.
Yazarın daha sonra geçen çiftlik
günlerinde de, ikinci kitap “Avare Günler”de fabrikada dokuma işçiliğine
başlaması esnasında, Boşnak kızı Cemile ile evlilik söz konusu olduğunda,
evlilik esnasında geline komşulardan ödünç alınarak takılan altın, bilezik,
küpe vs. türü mücevherlerin davetlilere duyurulmasında da aile büyüklerinin
statüyü önemsediği görülür.
“Babam,
yerde yemeye, bulgurdan yapılan haşlanmış taze asma yaprağı ile yenilen
“Batırık” lara müthiş kızardı. Hele annemin “hizmetçi takımıyla” senli benli
oluşuna daha çok kızardı. Hiçbir zaman gelin, kaynana, görümce dırıltılarının
eksik olmadığı evimizde, babaannemle halalarım anneme şöyle haykırmışlardır:
“Hizmetçi ruhlu kadın, aşağılık kadın, ruhsuz kadın” Hâlbuki annem… Bir eski
“muallime” olan annem, istese de büyüklük satamazdı, elinden gelmezdi ki”
Beyrut günlerinin başlangıcında
yaşamından memnun, lokanta işleten on yedi yaşındaki delikanlı işlerin ters
gitmesi ve açtıkları lokantanın kapanması, babasının hastalanması üzerine
matbaada işe girer. Artık varlıklı günler bitmiş, yoksulluk kendini iyiden
iyiye hissettirmeye başlamıştır. Çalışarak ailesine destek olan, hayata
tutunmaya çalışan yazar, Ermeni kız Virjin’den sonra tanıştığı, sevdiği Rum
kızı Eleni’nin Beyrut’tan ayrılışı sonrasında Beyrut’tan soğur. Vatan özlemi
çekmeye başlar.
“İşime
gidip geliyordum, lakin her şeyden soğumuştum. Dördüncü haftalığımı alırken,
patron her zamandan daha sert, bir şeyler söyledi, anladım ki işime son
veriliyor!”(…) “İki seneden beri bir türlü alışmadığım bu yerler, bu gurbet
ellerden usanmıştım. Vatanım burnumda tütüyordu. Vatanım, bilhassa memleketim,
okulum, arkadaşlarım!”
Kısaca “yabancılaşma” olarak
adlandırılan bu durum tarihsel süreç içerisinde bireyi ve toplumu hem
psikolojik hem de sosyal yönden kuşatan bir kavram olarak karşımıza çıkar.
Yazarın limanda gezerken gördüğü Türk vapuru ve direğindeki bayrağı vatan
özlemini kabartır. Esas itibariyle vatan toprağı, bayrak, mukaddes kitaplar
dünyanın her yerinde bir değerler bütününü simgelese de özünde taşıdığı sosyal
değer millet olma, hürriyet ve bağımsızlıktır.
“Bir
gün Beyrut Limanında dolaşırken bir Türk vapuru gördüm. Direğinde bayrağımız…
Bu vapur, bu bayrak, bu benim memleketimin, vatanımın bir parçası… Saatlerce
oralardan ayrılamadım. Büyülenmiş gibiydim, gözlerim bayrağımıza dikili,
heyecandan çalkalanarak, oralarda dolaştım durdum. Sonra çılgın bir heyecanla
konsoloshanemize koştuğumu hatırlıyorum… Neler söyledim? Beni dinleyenler
kimlerdi? Bilmiyorum?”
Yaşadığı bu olay, zaten her fırsatta
Adana’ya dönmek, tekrar okula başlamak isteyen ve bu isteğini ailesine
söylemekten, onlarla tartışmaktan geri durmayan yazarın vatana dönüşüne vesile
olur. Tekrar memlekete babaannesinin yanına gönderilir. Dönüşünde eski
arkadaşlarını bulamaz, özellikle de aklından hiç çıkaramadığı Cin Memet’in
ailesiyle İstanbul’a taşındığını öğrenince kısa süreli bir hayal kırıklığı
yaşasa da yeni arkadaşlar edinmekte zorlanmaz. Geri dönüş sonrası en yakın
arkadaşları Yorgi, Gazi, Hasan Hüseyin, en büyük tutkusu ise futbol olmuştur
artık.
“Maçlar
yapardık… Gazozuna, ellişer kuruşuna… Ağustos güneşinin Adana’yı kasıp
kavurduğu altmış hararet derecesinde biz top peşinde koşardık. Yanmış, meşine
dönmüştük. Sabahlardan akşamlara kadar, bitmez tükenmez, halftayımlar
tamamlardık.”
Küçük Adamın Romanı Üçlemesinin ikinci kitabı Avare Yıllar,
Yorgi’nin kepekçi dükkânının kapandığı bilgisiyle başlar ve arkadaşları ile
birlikte mesken tuttukları Giritli’nin kahvesini, yeni sevgilisini, İstanbul’a gitme, futbolcu
olma hayallerini, İstanbul’a gitmek için para biriktirme düşüncesiyle dokuma fabrikalarında
çalıştıkları günlerin anlatılmasıyla devam eder. Mekân taşradır. Yoksul,
sıradan insanların hayatı kaldığı yerden devam etmektedir ve yazar soluduğu bu
ortamdan bir çıkış arayışındadır. Çünkü taşra bir eksiklik, geç kalmışlık,
tamamlanamamışlık, bu tamamlanamamışlığın yarattığı hüznün, “mahrumiyetin, mahremiyetin
ve masumiyetin” sıkıntının, daralmanın mekânıdır, taşralı ise her daim bu
havayı soluyandır.
“Babaannem, dokuma
işçiliğimi küçük halama yazar, ne yapıp yapıp beni yanına aldırmasını, gidişimi
hiç beğenmediğini bildirir”
İstanbul’a yakın kazalardan birinde oturan ve kocası
ticaretle uğraşan küçük haladan gelen mektup ve para ile başlayan İstanbul
yolculuğuna arkadaşı Gazi’de katılır. Önce Mersine, oradan da vapurla
İstanbul’a gelirler. Vapurda tanıştıkları Hasan’ın, Galata’da kömür amelesi
olarak çalışan arkadaşı Nevzat’ın küçük odasına yerleşirler. Aksaray’da
tesadüfen karşılaştıkları eski hemşehrileri Kasafan Cemal ve Yirmialtılık Memet
ile Adana günlerini, hatıraları yad ederler. Sonraki günlerde Galata
kahvelerinde garsonluk, kömür ameleliği, simitçilik ve ikişer buçuk lirasına
maçlar yapan mahalle takımlarında boğaz tokluğuna futbolculuk yaparlar. Bütün
çabalarına rağmen, istedikleri gibi bir iş bulamayan iki arkadaş İstanbul’da tutunamaz
ve Adana’ya dönmek zorunda kalırlar.
“Ve bir sabah,
köprüsü tramvayları, kirli denizi, Galata’sı, Beyoğlu’su ve kalabalık
caddeleriyle güzel kadınlarını İstanbullulara bırakıp, yarı aç, bindik vapura.
Elveda İstanbul şehri!”
Taşradan merkeze varış, orada tutunmak,
insanı hemencecik merkezin asıl bireyi yapmaz. Bir şekilde merkeze
tutunabilmeyi başaran bireyler bu seferde yoksulluk kültüründen kaynaklı
sorunları aşmak için çaba göstermek zorundadırlar ve bu sorunu aşmak için ne
kadar çabalasalar, hatta bu süreçte ekonomik anlamda orta ve üst sınıf seviyeye
gelseler bile, merkezin asıl kültürüyle hemen uyuşamaz, orada melez
denilebilecek bir sosyokültürel örüntüyü yaşamak zorunda kalmaya devam ederler.
İstanbul’da tutunamayan yazar; Adana’ya
geri dönüşten sonra, içinde bulunduğu yoksul hayat koşullarından çıkış
yollarını aramayı sürdürür. Annesi de Adana’ya geri dönmüştür ve hükümetçe
“idari haciz” konulan topraklarının kiralanması için girişimde bulunarak
yaşadıkları sıkıntılı günleri atlatmak isterler. Fakat bütün uğraşılarına
rağmen yaşamlarında istedikleri gibi bir iyileşme sağlayamazlar.
“Her
ne olursa olsun müthiş bir surette aşağılara doğru kaydığımızın farkındaydım.
Nereye tutunacaktık? Bana ne diyen, bacağından asılı koyunların dudak büken,
omuz silken kalabalığı içinde yapayalnızdık (…) Bunlar burada, onlar orada
sefilken, benim ortaokulum lükstü. Okul ekmekten önce gelemezdi” (…) Çalışmak
gerekiyordu, ama nasıl?(…) Çocukken ne iyiydi? Büyümek bu muydu? Şimdi
karanlıklar içindeydim sanki. Bol bir ışık, bir çıkar yol, pırıl pırıl bir
aydınlığa kavuşmak istiyordum”
Okulu bırakır. Annesi, babasının yanına
geri döner. Yazar, ırgatlık yapmaya başlar, bir süre sonra ırgatlığın
dokumacılıktan zor olduğunu anlar, çalışma şartlarına dayanamaz ve bırakır.
Daha sonra dokumacı olarak çalıştığı fabrikada muhasebe memuru olur. Kısa süre
sonra evleneceği kız Cemile ile tanışır.
“Siyah
önlükleri pamuk tozu içinde kızlar, iplikhanenin başörtülü kelepçi, bankocu,
makaracı kızları, ikişer, üçer, beşer,
telaşlı, ürkek adımlarla geçerlerken, arada usullacık, bakar, güler
birbirlerini dürterler. İçlerinden biri “ille o” akça pakça, on dördünde bir
Boşnak kızı vardır ki, mutlaka bakar, güler ve birkaç adım sonra, tekrar döner,
bakar, güler. Ta köşeyi dönüp kayboluncaya kadar!”
Evlenme isteğini babaannesine açtığında:
“ Ne? İşçi mi? Allah sen gösterme ya
Rabbi! Sen çıldırdın mı? Aklını mı kaçırdın çocuk? Fabrika gibi yerde,
erkeklerin arasında. Seksen kişiden arta kalmış… Tövbe estağfirullah…” Yanıtını
alır.
Sosyalleşme, bireyin içinde yetiştiği
toplumun normlarını ve kendisinden beklediği rollere bağlı davranışları
öğrenmesi ve içselleştirmesidir. Evlenmek, aile kurmak, sosyalleşme araçları
içerisinde en temel olandır ancak geleneksel Anadolu terbiyesi içinde “iyi aile
çocuğu” kavramı da aslında ailenin sosyalleşme konusundaki önemini anlatır.
Bizim toplumumuzda gençler arasında hâlâ evlenilecek kadının “iyi bir aileden
geliyor olması” veya” iyi bir aile terbiyesi almış olması” eğitim düzeyi ve
fiziki çekiciliğin önünde gelen tercih sebebidir.
Babaannenin bütün itirazlarına rağmen,
ırgatlık döneminde tanıştığı İzzet Usta’nın desteğiyle evlilik gerçekleşir.
Düğünden birkaç gün sonra; takılan bilezik, küpe vs. ziynetin babanın şerefi
için başkasından emanet alındığını, geri iade edileceğini öğrenir. Cemile,
emanetleri babaanneye itiraz etmeden verir. Daha sonra karyola, elbiselik
kumaşlar, entariler, halı, kilim vs.eşyalarda sahiplerine verilir. Cemile
umursamaz: “Aldırma kocacığım, dedi,
herkes sakız çiğner ama, Çingene kızı tadını çıkarır…Değil mi?” Der.
Üçlemenin ikinci kitabı Avare Yıllar “Dünyanın
tadını çıkarmaya devam ettik” cümlesiyle biter.
“Küçük Adamın Romanı” üçlemesinin son
kitabı “Cemile” 1934 yılı Adana’sında yaşayan insanların hayatlarından, hayallerinden,
umutlarından, özlemlerinden, endişelerinden, yoksulluktan, çıkar
ilişkilerinden, yaşadıkları mekânlardan, çalıştıkları fabrikanın üretim
sorunlarından kesitler anlatır. Yazar; çok detaylı olmamakla birlikte mübadele
ile Adana’ya yerleşmek zorunda kalan mübadillerin, göç olgusunu da okurlara
duyumsatır.
Kitabın başat kahramanı Cemile, Boşnak
bir ailenin kızıdır. Babası İhtiyar Malik, mübadele ile geldikleri Karagöl’den
Güney Anadolu şehri Adana’ya göçmüş, burada Boşnakların yoğun olarak ikamet
ettiği kenar mahallelerden birinde kendisi gibi Boşnak olan dokumacı Musa’nın
evinde kirada oturmaktadır. Karısı ölmüştür, oğlu Sadri ve kızı Cemile’den
başka akrabası yoktur. Cemile gündüz dokuma fabrikasında çalışan, akşamları
evin temizliğini yapan, çamaşırları yıkayan, 15 yaşlarında akça pakça, hamarat,
güzel bir kızdır. Deveci Çopur Halil varlıklıdır ve Cemile ile evlenmek
istemektedir. Fakat Cemile parayı değil, sevdiği adamı seçer. Deveci Çopur
Halil ve Camgöz Sadık’ın, Karakız’ın bütün uğraşları, hatta Cemile’yi kaçırma
girişimleri netice vermez. Cemile’nin babası İhtiyar Malik; methini duyduğu
avukatın oğlu Kâtip Necati ile, kızının evlenmesine izin verir. Cemile’nin
çalıştığı fabrikanın ortaklarından Ağa Kadir, İtalyan mühendisten kurtulmak
için dokuma ustası ve onun yeğeni Camgöz Sadık ile işbirliği yapar. Camgöz
Sadık ve çevresindekiler üretimin kötüye gitmesinden mühendisi sorumlu tutarak
işçileri isyana zorlarlar. İsyan neticesi işçiler büyük bir bölümü işten
çıkarılır. Camgöz Sadık kahve işletmeye başlamıştır. Fabrika’nın sahibi Numan
bey ise, İstanbul ve İzmir’den işçi getirmeye karar verir. Bu haberi duyan
işçiler Camgöz Sadık’ın kahvesini basarlar. Camgöz Sadık kaçar. Öfkeli
kalabalık ellerine geçirdikleri herşeyi kırıp, dökerler. Roman, hiçbir şeyden
habersiz olay yerine gelerek faytondan atlayan Kâtip Necati ve Cemile’nin İzzet
Usta ile konuşmaları, İhtiyar Malik betimlemesiyle son bulur.
Orhan Kemal, “Küçük Adamın Romanı”
üçlemesinde geçen olayları, kişileri, kişilerin diyaloglarını, mekânları,
kendisinden hiçbir yorum katmadan, doğru-yanlış ayrımına girmeden, yaşananları
sorgulamadan direkt olarak aktarır ve yorumu okurun algısına bırakır. Bu yüzden
yazım tarzı Stendhal’ın “roman, yol boyunca gezdirilen aynadır” tanımıyla
örtüşür. Hiçbir şekilde sosyoloji eğitimi almamış olmasına rağmen; onun, içinde
yaşadığı toplumu, toplum içindeki grupları, yığınları, sosyal kategorileri,
sınıfları, kurumları, toplumsal olguları bir sosyolog gibi çok iyi
gözlemlediği, analitik düşündüğü, yaşayarak öğrenme sürecini yazma yeteneğiyle
ustaca birleştirdiği görülür ki bu bireşim okurun aynasına yazarın verdiği
mesajın canlılığını koruması ve anlaşılmak biçiminde yansımıştır.
Yüzüncü yılın eşiğindeki Orhan Kemal’i, sosyoloji disiplininden okuma
denememizde son sözü yine Orhan Kemal’e bırakarak, yazımızı sonlandıralım:
“Yazar olarak olarak kendimi aradan çekip, okuyucumu
anlattığım şeylerle başbaşa bırakıyorum. Görüyorum ki okuyucum zekidir. Başbaşa
kaldığı şeyleri benim izahü şerhim olmasa da- anlayabilmektedir.”
Fatih Yavuz Çiçek
Kaynaklar:
Orhan Kemal,
Baba Evi, Epsilon Yayınevi
Orhan Kemal,
Avare Yıllar, Epsilon Yayınevi
Orhan Kemal,
Cemile, Epsilon Yayınevi
Dilek Bulut,
Türk Edebiyatında Taşra
Vejdi Bilgin,
Bizi Kuşatan Toplum: Sosyolojiye Giriş
Mustafa Baydar,
Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder