Aslında bu yazının başlığı
“İkinci Orhan Pamuk Vakası İskender Pala’nın Son Romanı”ydı. Ancak bu başlığı
bu yargının şu aşamada biraz acımasız olacağı düşüncesiyle değiştirdim. Bu yazı
İskender Pala ‘nın Katre-i Matem romanında tıpkı Orhan Pamuk’un yaptığı gibi
oryantalist ve popülist eğilimlere kur yaptığı iddiasındadır. Bu işi yaparken
de güçlü bir edebiyat ortaya konulamamış üstelik Osmanlı tarihi Batılıların
gözüyle yansıtılmıştır. Doğrusu eski edebiyatı romantik ve oldukça güzel bir
dille günümüz Türkçesine aktaran ve bu nedenle ciddi bir okur kitlesine sahip
olan Pala, popülizmle hızını alamamış, romana biraz da oryantalizm ekleyerek
romanın güya cazibesini artırmaya çalışmıştır. Oryantalizmle yaptığı iş kendi
tarihine, kültürüne Batılı bir gözle bakmaktır ki kuram okuyanlar buna yabancılaşma sendromu
diyorlar.
Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı
adlı romanını mükemmel bir zamanlamayla 11 Eylül’den hemen sonra piyasaya
çıkardı. Roman kısa bir süre sonra yabancı dillere çevrildi ve Batılı ülkelerde
satılmaya başladı. Romanına seçtiği kahramanlara baklavayı bile “bir tür tatlı”
diyerek açıkladığı üslubuna; ama özellikle de Osmanlı tarihini bir ölüm ve
öldürme tarihi olarak sunan tarzıyla Batılılara adeta; “Evet, Doğu hakkında
düşündüğünüz her şey doğrudur. Ben bu tarihin ve kültürün içinden gelen, hat
sanatının, Sufizmin, Doğu-Batı çatışmasının özünü ve inceliklerini bilen biri
olarak sizin söylediklerinizi doğruluyorum.” dedi. Bütün bunlara zaman zaman
Batılı medya kaynaklarına verdiği sansasyonel demeçler ve mükemmel bir PR
çalışması da eklenince ödül gecikmedi. Bu durumu çok iyi değerlendiren
Amerikalı Türk edebiyatı profesörü Sarah Moment Atis, Orhan Pamuk’un
çabalarını, Nobel ödülü almadan çok önce; “Batılıların oryantalist eğilimlerine
kur yapmak” olarak niteler. Pamuk 2003’te katıldığı Ulusal Halk Radyosunda
kendisiyle yapılan mülakatın ara renkleri olarak Benim Adım Kırmızı romanından
kan damlayan bölümlerin okutulmasına hiç itiraz etmedi. Benim Adım Kırmızı’nın
edebi içeriği ne olursa olsun Batıdaki algısı; “Doğu toplumları kanı,
öldürmeyi severler. Bu geçmişte de böyleydi, şimdi de böyledir, gelecekte de
böyle olacak. Siz saygıdeğer Batılıların, siz edebiyatseverlerin maddenin
ötesindeki şeylere de değer verenlerin Doğu’ya yapılanlardan dolayı suçluluk
duymanız gerekmez” şeklindeydi.
Hilmi Yavuz’un Orhan Pamuk’un
Batı’da edebiyat dışı nedenlerden dolayı başarılı olduğunu-utanarak da
olsa-söylemesi tam da bunu anlatmak içindir. Sayın Pamuk artık Nobel ödülü
aldığı için edebiyat dünyasında eski Yunan Tanrıları kadar kutsaldır ve bizim
onu eleştirmemizin popülerliğini artırmanın dışında çok da bir anlamı yoktur.
Benzer bir durumu, yani
Batılıların ya da Batıcıların oryantalist eğilimlerine kur yapma işini son
romanıyla İskender Pala yapıyor. Kullandıkları üsluptan Osmanlı tarihine
bakışlarına kadar bir sürü benzerlik var iki yazar arasında. Orhan Pamuk,
Batı’da hoş bir sohbet konusu olabilecek “hatt”ın farklı ekolleri yüzünden
Doğu’da cinayet işlenebileceğini anlatırken, İskender Pala aslında aynı şekilde
ilginç bir tartışma konusu olabilecek farklı türdeki laleler ve lale
yetiştiriciliği yüzünden insanların cinayet işlediğini anlatıyor.
Uzatmadan söyleyelim: İskender
Pala’nın Katre-i Matem adlı romanı Osmanlı tarihini bir cinayetler, sapık
ilişkiler, merhametsizlikler, adaletsizlikler tarihi olarak sunuyor okura. Padişahın,
vezirlerin, asayişten sorumlu görevlilerin odalarında içi kesilmiş uzuvlardan, koparılmış
kollardan, nerden alındığı belli olmayan kadın saçlarından tepeleme siniler
saklanıyor. Kan, cinayet, işkence sadece Haliç’in altında değil zifaf
odalarında, Bindir Direkte, yalılarda, konaklarda, kadırgalarda. Yazarın zaman
zaman devreye girip çokbilmiş bir öğretmen edasıyla lalenin tarihinden söz etmesi,
lalenin tarihini Türklerin tarihiyle özdeşleştirmesi, ebcet hesabından dem
vurması önemsiz ve gerçekten de romanın özünü değiştirmeyen kuru ve
ansiklopedik ayrıntılar olarak kalıyor.
Romanda tarih var, Osmanlıca var,
yenilik denemeleri var, tekellüflü bir üslup var ancak asıl edebiyatı yapacak
olan insan yok. Kara Şahin’den, Yeni’den, Bican Efendi’den, Hörükız’dan hiçbiri etten, kemikten sevgiden veya intikamdan oluşmuş insanlar olarak
çıkmıyorlar karşımıza. Yukarıda söylediklerimizi birkaç örnekle açıklayalım:
466 sayfalık romanda aşağıdaki cümleye benzeyen yüzlerce cümle var. “Çırağan
sahil sarayında, ışığı Boğaziçi’nde gümüş serviler oynaştıran güneşin odaya
dolduğu geniş salonun yan odalarından birinde, güzel kadın ve cariyelerin
değişik dillerden bir Babil kulesini andıran şetaretli sesleri çağıldamaktaydı.
Buhurdanlar balmumu kokusuyla yasemin ıtırları yayarak dalgalanıyorlar, odanın
içi dimağları sarhoş eden nefis bir filbahri tütsüyle doluyordu” (s.273) Bu cümlelerin,
bu tekellüfün okurda oluşturduğu bir karşılık yok.
Oryantalist ressamların siyahî
halayıkla birlikte kontrast oluşturarak çizdiği ve Sertap Erener’in son
yıllarda tekrar canlandırarak ödül aldığı beyaz kadın sahnesini de çizmeyi
ihmal etmemiş yazar. Bu sahneye ve lalenin anlatıldığı başka sahnelere bakarsak
lale yıkılışı, bozulmayı, halkın parasıyla âlem yapmayı temsil ediyor. Peki,
ama lalenin Türk medeniyetini temsil ettiğine ilişkin bu uzun nutku nereye
koyacağız romanın genel anlayışı içinde. Yoksa yazar bulduğu ve bildiği her
şeyi romana koymaya mı çalışmış?
Romanda asıl can alıcı soru şu:
Bütün bu 466 sayfa boyunca Osmanlı yönetimi çevrelerinin, dervişlerin,
şehzadelerin hatta eşkıyaların, Aslan Ağa’nın, Cüce Mor’un tek bir insani anına
şahit olabiliyor musunuz? İngilizcede “imsight” diye ifade edilen olayların,
kişilerin, davranışların künhüne varma ya da onları bütün gerçekliğiyle görme anını,
farklı, orijinal bir açıdan görme ayrıcalığını bir kez olsun bile
yakalayabiliyor musunuz? Hani Tarık Buğra’nın “Oğlumuz” hikâyesindeki babanın
çaya limon katma anı, hani “Eskici” hikâyesinde halasına sarılan çocuğun
annesinin kokusunu özlemesi gibi insani olan, insanı yakalamış tek an
görebiliyor musunuz? Kartondan karakterler arasında laleyle ilgili, yeniçeri
ocağıyla ilgili bir yığın malumat, sayın yazar daha önceki romanına da Namık
Kemal’i bizzat, Cemil MERİÇ’i de roman konusundaki düşünceleriyle misafir etmişti.
Romanda her şey var ama insan yok. Edebiyat ya da roman insanı anlamaya yaramayacaksa,
anlatılan şeyi daha iyi, farklı bir açıdan anlamamıza yardımcı olmayacaksa neye
yarayacak?
Romandaki Osmanlı imajı da evlere
şenlik. Sadece Türklerin değil başka dinden,
ırktan ve dilden insanların da bir mutluluk çağı, bir sulh ve sükûn adacığı
olarak gördüğü Osmanlı, meğer neymiş de biz bilmiyormuşuz. Sayın yazar bu
romanın iyi bir senaryo olduğunu, senariste çok az iş düşeceğini ifade etmiş
bir konuşmasında. Bu roman iyi bir film olabilir; ama seyirciler filmin sonuna kadar,
filmin esas oğlanını bir Amerikan helikopterinin bu kana susamış, vezirinden
dervişine kadar kumpas peşinde ya da içinde olan toplumdan kurtarmasını bekleyeceklerdir.
Romanı okuyup bitirince ürktüğünüz, korktuğunuz bir Osmanlı imajı çıkıyor karşınıza.
Yerli ve yabancı araştırmacıların her geçen gün haklı olarak takdir ettikleri, bize
utanacağımız hiçbir miras bırakmayan bir tarih böyle mi çizilmeli bir romanda.
Romanda roman türünün sınırlarını
zorlayan ve adeta okuyucuyu hafife alan onlarca sahne var: Birkaç örnek verelim:
Son derece zeki olan Kara Şahin âşık olduğu, zifafa girdiği kızın kim olduğunun
bile farkında değil. Mahalle kültürünün çok yaygın olduğu bir mahallede nasıl
koca bir konak birkaç günlüğüne de olsa yapılır yıkılır da kimsenin haberi olmaz?
Sayın yazarın Cüce Moru konusunda icat ettikleri Ahmet Mithat’a hoş bir masal
öğesi olabilirdi; ama bu romanda tarihin ve romanın dışına çıkmış.
Yazıyı bitirdikten sonra yazarın
bir röportajını okudum. Sayın yazar cinayeti neden romana eklediğini de
popülist yaklaşımının bir açıklaması olarak gayet güzel anlatıyor:
“Fakat öbür taraftaki cinayet
benim ruhumdaki açığa çıkmamış karanlık yön, geceleri büründüğüm bir katil ruh
değil elbette. Ama insanların gazetelerde okudukları favori haberler televizyonların
bangır bangır bağırdığı, insanların tekrar tekrar seyrettikleri şiddetle dolu
haberler kanla alakalı. Kan aynı zamanda aşkın da rengidir. Bu ikisi arasında
bir geçiş vardır. Bu yüzden cinayeti iyi kurgulayabilirseniz aşkı çok daha
güzel anlatırsınız. Hele de aşk yüzünden bir cinayetse anlattığınız.”
Sayın yazar çok satacak popülist
bir romana eklenmesi gereken hemen her şeyi romana eklemiş. Eğer başından
maksat çok satmaksa galiba başarılı da olmuş. Ancak olan Osmanlı imajına ve
edebiyata olmuş. Sayın yazarın koskoca bir medeniyetten romanda defalarca
kullandığı tabirle evbaş ve kallaş takımından bir takımı ele alması ve
çoğunlukla onların hikâyesini anlatması da doğrusu var olan ve yanlış Osmanlı
anlayışına tuz biber ekmiş.
Zekeriya Başkal
Bu Yazı Hece Edebiyat Dergisinin
Eylül 2009 153.sayısında yayımlanmıştır.
1 yorum:
Bence kitabi daha dikkatli okuyun konak yapilip yıkılmıyor cucenin yaptigi sihirlerle kara sahin kulubeyi konak gibi görüyor.
Yorum Gönder