Şiir; üzerinde
net olarak fikir birliğine varılmış bir tarifi olmamasına rağmen edebiyatın,
yazın sanatlarının en gizemli alanlarından biri olma, sözün zirvesi olarak
anılma özelliğini asırlardır koruyor. Şiiri esrarlı, çekici ve insan için
vazgeçilmez kılan yanı da bu olmalı. Duyguların bilinmezliği ve tanımsızlığını düşsel
ve görkemli imgelerle okura duyumsatırken sonsuz ân içinde nesnelerin, evrenin,
kelimelerin hükümranlığıyla ele geçirilmesi, bazen soyuttan somuta bazen de
somuttan soyuta vazgeçilmeyen fantastik bir yolculuktur şiir.
Nitekim
Jean Cocteau bu fantastik yolculuğu “onsuz
edilmeyen bir şeydir şiir; ama neden onsuz edilmez bir bilsem” diyerek tanımlarken şiirin insan yaşamı için vazgeçilmezliğini
de vurgular. Çünkü şair derdi olan insandır. Çünkü şairin yazdığı her şiir,
aynı zamanda şairin kendi varlığını hayata kaydetme işidir ve işte okur da
kendi varlığına ait olan ve kendisinin bir türlü dışa vuramadığı iç görüntülerini
şairin şiir yaratım aynası üzerinden görür.
Bu
sebepledir ki şiirlerin geneli soyutluk kavramı üzerinden kurulur. Çünkü şiiri
şiir yapan asıl unsur ruhun gizemli dünyasına yapılan yolculuklarda okuyucuyu
içine çekip sürükleyen heyecan ve serüvenlerdir. Şair herkesin bildiği,
konuştuğu kelimelerden yüreğine süzülenleri düşleriyle imler ve şiirin dalgalı
denizlerine bırakır. En gerçekçi yazıyorum diyen şair bile şiirlerine bir parça
hayâl tozu karıştırır. Nesnel maddelerin soyutlaştırılması insanı düşünceye
sevk eder. Her okuduğumuzda farklı lezzetler bulduğumuz, benliğimizde
esrarengiz geçitlere kapılar aralayan, baştan sona merak uyandıran şiirler
mutlak soyutluğun yansımalarıdır.
Kendi
şiir penceremden yapmaya çalıştığım kısa açıklamalardan sonra son dönemde mevcut
edebiyat ortamında yazılan şiirlere, yayımlanan şiir kitaplarına baktığımda (çok
özel şiirler hariç) estetikten kopuşla birlikte giderek has şiirden, lirizmden
uzaklaşan, argonun, hatta küfrün, bireysel ve karmaşık bir yapının, gündelik
konuşma diliyle oluşturulmuş sıradan metinlerin şiir dünyasına hâkim olma,
kanon oluşturma çabası içinde olduğunu ve bu tarz metinlerin kimi kesimlerce
okura dayatılmaya çalışıldığı bir çıkmazlık hâlini gördüğümü söyleyebilirim.
Oysa üzerinde yaşadığımız
coğrafyada insanlığın paylaştığı birçok ortak değeri, ülküsü, önemsenmesi
gereken sarsıntılı süreçlerden geçiyor. Çevremizde bu sarsıntılı süreçle ortaya
çıkan olumsuzluklar, Orta Doğu’da akıtılan kanlar, medya ve kitle iletişim
araçlarıyla gelişen hızlı ve yıkıcı bir kültürel erozyonla karşı karşıya
olmamız, toplumun önünde gitmesi gereken aydınların, şairlerin de yaşadığı bu
sarsıntılı çağa tanıklık etme sorumluluğunda olduğunun ipuçlarını veriyor. Böyle
bir ortamda halkın bir kısmı dünyada ne olup bittiğinin farkında değil,
gündelik yaşama telâşına kendini kaptırmış durumda şiirle ilgisini kesmiş ve
artık hiç şiir okumuyor. Halkın bir bölümü ise bu yeni durumdan mutsuz ve
umutsuz. Toplumun büyük çoğunluğun belleği, gelecek kaygısıyla boşlukta
sallanan bir saat gibi durmuş sanki.
Bu saati yazacakları büyük
şiirlerle yeniden kurup harekete geçirecek şairler, şiirin toplumu kucaklayan, öncü,
uyandıran, büyülü sesini unutmamalılar. Tam bu noktada “toplumun içinde
bireysel varlığıyla yaşamını sürdüren insanın umutsuz ve mutsuz görünümünde ana
etken nedir?” sorusu da akla gelebilir. Kanaatimce öncelikli ve asıl etken, insanın
varoluşunda sahip olduğu baskın, insani, pozitif değerlerin, yukarıda sözünü
etmeye çalıştığımız yaşadığı çağın negatif değerleriyle (daha çok toprak
edinme, daha çok zengin olma isteği, yoksulu gözetmeme, mazlumu korumama, kendi
yaşam biçimini başkalarına zorla dayatma, bencillik, eğitimsizlik vs.) bastırılmasıyla
ortaya çıkan önce bireysel, sonra toplumun, oradan da şiirin katmanlarına dalga
dalga yansıyan “kimlik bunalımı”dır.
Hâlbuki;
“yetmişiki millete bir göz ile
bakmayan
şar’ın evliyasıysa hakikâte
asidir” diyen Yunus Emre,
“Ne diye bu direnme ne diye,
Ne diye aydınlıktan kaçar
insanlar ne diye,
Topumuz tek bir düşüncedeyiz, bir
tek
Ne diye çift görür şaşı olmuşuz,
ne diye”
Dizelerini söyleyen Mevlâna ve
ismini yazmadığım nice ozanlar, âşıklar asırlardır bu topraklarda yaşayan
insanlar arasında ayrım yapmadan topluma ışık olmuş bizim asıl değerlerimiz,
bize kim olduğumuzu hatırlatan ve günümüz şiirini, günümüz bireyini içine
düştüğü boşluktan çıkaracak referans kaynaklarımızdan sadece bir kaçı değil
midir?
Belki de çözüm Hilmi Yavuz’un “Felsefe ve Ulusal Kültür” başlıklı kitabında belirttiği
“Ulusal kültürü temellendirmek için tutulacak yol, dün’den bugün’e gelmek
değil, tam tersine bugün’den dün’e gitmektir” tümcesindedir ve ortak
değerlerimiz, günümüz şiirini insanını içinde bulunduğu çıkmazdan ve “kimlik
bunalımından” kurtarabilecek bir can simidi olarak asırlardan beri hep yanı
başımızda durmaktadır.
2010 yılında kaybettiğimiz Şair Metin
GÜVEN’in Onaltıkırkbeş Dergisinin Temmuz 2008 22.Sayısında yayımladığı “Şimdi
Dersimiz Ne” başlıklı yazısını anımsayalım. Güven, şöyle diyordu:
“Şairsen ve kendinle, sistemle,
insanlarla sorunun varsa ve dünyada olan belki de olmayan, olamayan şeyler seni
rahatsız ediyorsa ve şiirini bu temelde kuruyorsan; senin zaten reel bir tavrın
ve duruşun var demektir, bir de duyarlılığını dünya besliyorsa; sen bir adım
öndesindir.
Geriye işin biçimsel ve “teknik” yanı kalır ki; bu da şairin zaman ve mekân içersinde mutlaka karşılığını bulacak olan ilgi ve etki alanını belirler.”
Geriye işin biçimsel ve “teknik” yanı kalır ki; bu da şairin zaman ve mekân içersinde mutlaka karşılığını bulacak olan ilgi ve etki alanını belirler.”
Geçtiğimiz yıllarda Irak’ı işgal ederek, Orta Doğu coğrafyasını derin bir çıkmaza sokan ABD’nin eski başkanı George W.Bush’a fırlattığı ayakkabılarıyla dünyanın gündemine oturan, bir süre tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilen ve gerek yaptığı eylem sonrası ve gerekse tahliye sonrasında kimi çevrelerde adeta bir başkaldırı, bir öncü, bir direniş imgesi gibi gösterilmeye çalışılan Mısırlı gazeteciyi anımsadınız mı?
Sanırım tam burada şöyle sormak gerekiyor: Şiirin eylemsel ve herkesten bir adım önde olma gücü mü? Yoksa fırlatılan bir çift ayakkabının gücü mü?
Soruyu Neruda'nın sözleriyle yanıtlayalım: "Şiiri kim öldürebilir ki? Kedi
gibi yedi canlıdır şiir. Ona işkence ederler, etrafını dört duvarla çevirirler,
sürgüne yollarlar, ama şiir bütün bunları yaşar, tertemiz bir yüzle,
gülümseyerek ortaya çıkar sonunda."
Fatih Yavuz Çiçek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder