Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

23 Nisan 2014 Çarşamba

Gerçek Masallar


Bazen dünya çapında yetkin bir sanatçı çıkarırsınız, ama bunun yıllarca farkına varamazsınız. Onun değerli olduğunu bilirsiniz, ama ona sadece sınıfın çalışkan çocuğu muamelesi yaparsınız. Bazen o çalışkan çocuğu bir “ormanda” ebediyete uğurlarsınız. Bazen daha çok yazsın diye hücrelerde konuk edersiniz yıllarca. Yetkinlik başa beladır onlar için, ama elde de değildir; onlar öyle doğmuştur.  Onların, o zamanda doğması rastlantı değildir, onlar öyle bir çağa ve çağda doğmuşlardır ki kendileri çağın kopyası ve çağda onların kopyasıdır. Hangisi hangisidir çok ayırt edemezsiniz; özdeştirler. Onlar büyük toplumsal ve tarihsel kırılmalar içinde doğarlar, aynı yeryüzünün yaşadığı depremler sonrası yok olan ve bir o kadar da yeni filizlenen hayatları gibi.

Orhan Kemal böylesi bir tarihsel kırılmanın içinden çıkmıştır; yıkılan Saltanat ve filizlenen Cumhuriyet içinden. Orhan Kemal Murtaza karakteri ile bu kaotik dönüşümün simgesel bir anlatımı yapar. Murtaza, âdem babası Don Quijote’a selam ve saygı sunarak doğar, ondan yaklaşık 360 yıl sonra. Toplumuzda bugün bile otoriterliğe tapınanların dedesi konumundadır Murtaza. Otoriteye tapınmanın toplumda yarattığı tahribatın kusursuz bir anlatımıdır. Murtaza saf ve inançlıdır; tüm toplumu ve kurallarını kendinde görür. Kendisi, toplumdur, kendisi değildir. Kendi olamayan bir kişinin, rejimle kendilik olarak örtüşmesinin yaratacağı hastalıklı bir yaşamın öyküsüdür Murtaza. Orhan Kemal bu eserde, toplumuzda, etnik kimlikler, mezhep kimlikleri ve ya ideolojik kimlikler üzerinden inşa edilmeye çalışılan kimlik edinme çabalarının her ne kadar masum ve saf görünse de insanlık-dışı görünümünü anlatır. Orhan Kemal’in eserlerinde genellikle sıradan insan ve yoksulluk en belirgin temadır, fakat bu eserde bu temaların çok ötesinde bir şeyleri anlatır. Bu ötedeki şeyleri bulabilmek için Orhan Kemal’in Murtaza romanı sosyolojik, psikolojik ve edebi açılardan incelenecektir.

Metafor Gerçeği Masala Dönüştürme Sanatıdır

Edebiyat metaforları kullanır, gerçeğe çeşitli süsler ve kostümler giydirir ve ona katlanmamızı kolaylaştırır. Romanda, gündelik konuşmamızdaki gibi susadım demezsiniz, “yandım bittim” dersiniz, susuzluğu anlatmak için. Lacan, metaforu bastırma duygusu karşısında ortaya çıkan yüceltme mekanizmasına bağlar.

“Metafor dilbilimsel bir gösterenin yerine, onunla eşzamanlı ilişkide bulunan bir başka gösterenin ikame edilmesi eğilimidir. İnsan, kültürün simgelerinde metaforlarla yüceltirken, metaforun ardında kalan gösteren bilinçdışına itilmiş olur. Böylece gösterilen değişmeden kalmakla beraber gösterilenin kökensel göstereni, yerini bir başka gösterene bırakmış olur. Edebiyatın daha ince bir söylem için sıklıkla başvurduğu bu edime özne, daha toplumsal bir anlatım, bir söylem kurmak için başvurur.”[1]

Murtaza’daki metafor çok açıktır; otorite, arkasında bastırılan olgu itaat etmeye dayalı hiçlik duygusu. Murtaza öyküsü itaat eden, kendi olamayan kişiyi otorite aracılıyla yüceltir. Hiçlik duygusu, büyük büyük bir tarihsel dönüşüm sürecinde savaş, göç gibi büyük travmaların ardında yaşanabilecek ağır bir patolojik durumdur. Maddi ve manevi değer yitimleri, yüceltilmiş yeni bir olgu ile doldurulur.
  
Romanda sürekli tekrarlanan Murtaza’nın “Almışım amirlerimden sıkı terbiye, görmüşüm disiplin, dolaşır kanımda şehit Kolağası Hasan Dayımın mübarek kanı” sözü hiçlik duygusu yerine konulan aidiyet duygusunun en katı ve açık şiarıdır. Kahramanlık ve eğitim bu hiçliğin yerine ikame edilir. Şimdi bu sözün parçalarını tek tek inceleyelim.
Kan ve kahramanlık arasında kurulan ilişki sanki biyolojiktir. Murtaza’nın aklına bu kanın neden sadece kendinde olduğu ve ailede başka hiç kimsede olmadığı hiçbir zaman gelmez. Bu sanki ona Allah’ın bir lütfudur. Terbiye ve disiplin kahramanlığın işlevselleşme araçlarıdır. Bu araçlar ile kişi toplumda rol alır, kimlik edinir bir anlamda. Murtaza için hangi işin olduğu çok önemli değildir her iş terbiye ve disiplin içerisinde olmalıdır. Fakat kendisine biçtiği iş ise üniformalı bir iştir. Böylece hem kahramanlığını toplum içinde görünür kılacak bir kılığa bürünecek, hem de hiçliğine karşın bir kişilik edinecektir.

Murtaza, aslında, burada bir metafordur, yeni oluşturulan toplumun kaotik ve karmaşık ferdini temsil eder. Bu fert aslında tek-parti döneminin ürettiği siyasal kişidir. Hatta bu dönemin ta kendisidir. Toplumu kendi ve diğerleri olarak inşa etmeye çalışan batılılaşma ve modernleşmeye dayalı bir siyasal projenin birebir kopyasıdır. Orhan Kemal siyasal projeyi Murtaza bedeninde yazar. “Ne sanarlardı, abe ne sanarlardı onu? Yukarıda Allah, Ankara’da Devlet hem de Hükümet, burada da Murtaza.” (s.2) Murtaza, bu siyasal projenin ve tek-partinin kendisidir. Kendi narsist dünyasından başka her şey “muzırdır” onun için. Bütün otoriter rejimlerdeki siyah-beyaz dünyanın ortak dilidir; sistemin istedikleri dışındaki her şeyi muzırlıkla etiketlemek. Ya da bir rejimin otoriter olmaya başladığını gösterir “muzır” sözü.

Romandaki pamuk fabrikası toplumu temsil eder, işçiler halktır. Fabrikanın sahibi hiçbir zaman ortada yoktur. Orhan Kemal burada sanırım Atatürk’ün yokluğunu ifade eder. Sahibi değil hep yöneticiler fabrikayı yönetir.  Murtaza kurbanı oynar, kutsal olana teslim olur. Kutsal olan sırasıyla, Allah, Devlet, Hükümet, Zenginler; bunların hepsi doğaldır. Bunların dışındaki her şey muzırdır. Kendisi ise kutsal olanlara itaat ile arada bir yerde günahsız bir yaşam inşa eder. Toplumsal gerçeklikler, sınıflar yoktur Murtaza için; tıpkı rejimin sınıfız olduğunu iddia etmesi gibi.

Orhan Kemal’in sanatçı kişiliği ve dehası burada ortaya çıkar. Rejimi ve toplumsal dönüşümü, bu dönüşümün sıradan insanlar üzerindeki izdüşümü üzerinden ve gündelik dil ile anlatır. Orhan Kemal’in gündelik dili rejimin yapamadığı halkçılığı inşa eder. Bu nedenle eserlerindeki gündelik dil seçimi stratejiktir. Kurgunun inandırıcılığını ve gerçekçiliğini sağlar. Rejim karşısındaki insanın konumunu yine bu dil içerisinde resmeder. İnsanların, rejime dair olan düşüncelerini, duygularını, tepkilerini veya beğenilerini siyasal olmayan bir dil içerisinde verir. Siyasal olanı gündelik dil içine yedirerek ve siyasal olmayan bir biçimde vererek önemli bir siyasal duruşu çizer bu romanda. Bu metafor bugüne kadar ne edebiyatta ne de sosyolojide dile getirilmiştir. Yazını başında belirtildiği gibi Orhan Kemal bugüne kadar sadece sınıfın çalışkan çocuğu muamelesi görmüştür. Eserinin derinliği ve katmanları ne edebiyat ne de diğer başka alanlardaki incelemelerde keşfedilmiştir. O edebiyatımızda sadece “iyi” bir yazardır. Peki, bu “iyi” yazar hangi tarihsel koşulların sonucu ortaya çıkmıştır?

Cervantes, Gonçarov, Pirandello ve Orhan Kemal

Bizim toplumumuzda yazılı kültürün gelişme olanağı olmadığı için sözlü kültür başat bir yer alır. Kentleşme ve bilişim teknolojileri toplumda büyük bir yer tutana kadar sözlü kültür bütün toplumsal birikimleri ileten araç olmuştur. Orhan Kemal’in yaşadığı dönem sözlü kültürün bitişinin başladığı dönemlere rast gelir. Tanzimat’tan bu yana gelişen modern anlamda yazılı kültür Cumhuriyet ile kesin bir hegemonya sağlamaya başlamıştır. 1800’lerin ortası ve 1900’lerin ortası bu değişim dönemini kapsar. Modern Türk edebiyatının bütün önemli yazarları bu dönemde yetişir. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçişin hegemonik kırılmasını temsil ederler ve bunun şahididirler bu dönem yazarları. Hikayeler, masallar, aşık ve ozan geleneği gibi formlar üzerinden aktarılan toplumsal kültür yerini matbuatta bırakır. Bu dönüşümün arka planı, dil devrimi ve okuma yazma seferberliğidir.

“Japonya’nın okur-yazarlık oranının 18.yüzyılda erkeklerde %40 ve kadınlarda %15, Avrupa’da ise ortalama %40, İngiltere'de 17.yüzyılın ikinci yarısında %50'lerin üzerinde ve 1710'da %70'i aşmıştı. Amerikan Devrimi zamanında ise %90'ları buldu. Bu artışın sebebi İncil'i her zaman her yerde okuyabilme isteği idi.”[1]

Bu verilerle kendimizi değerlendirirsek, Türkiye’nin modern dünyaya oldukça geç girdiğini görmekteyiz. Dil devrimini sadece harflerin değişimi olarak görenler işin tarihsel yanını okur-yazarlığın topluma yayılması olgusunu gözden kaçırırlar. Okur-yazarlık tüm toplumu deprem fayı gibi kırar, değiştirir. Toplum artık tarihsel olarak başka bir tabakadadır. Gelenekselden modern bir hayata geçişin kendisidir okuryazarlık. Yeni toplum, eski kuşaklardan duyduğu öyküleri ve hikâyeleri anlatan değil, kendi öykü ve hikâyelerini yazan insanlardan oluşmaktadır. Orhan Kemal bu yeni toplumun bir üyesidir ve yazarıdır; Reşat Nuri’ler Nazım Hikmet’ler, Necip Fazıllar, Ahmet Hamdi Tanpınar’lar gibi.

Orhan Kemal’i Cervantes, Gonçarov ve Pirandello’nun yanına koymak keyfiyeten değildir. Herbiri kendi toplumlarının tarihsel dönüşümüne tanık yazarlardır. Don Quijote, geleneğin içerisinden çıkamayan ama yeni bir topluma kapılarını açmış Avrupa’dan doğar. Çevresindeki herkesin deli dediği bu adam aslında o zamana kadar normal olanı; şövalye hikâyelerinde anlatılan dünyayı ve değerlerini yaşamaya çalışmaktadır. Don Quijote’u evrensel kılan, adaleti ve saflığı korumaya çalışmasıdır. Bir taraftan şövalye olarak yel değirmenlerine karşı savaşarak adaletin peşinden gider, diğer yandan saflık için Dulcinea’nın peşinden. Ama hepsi sanaldır, gerçeklikleri yoktur. Don Quijote’ta bastırılan duygu ve gerçeklik, geleneğin yok oluşu duygusu hissetmemektir; yüceltilen ise eski toplumun değerleridir.

Orhan Kemal’in Murtaza’sı ise Don Quijote gibi kollektif bir algıdan dünyayı anlar ve yaşar. Kollektif algılar veya kimlikler, yüzyıllar boyunca kutsaldan gelmiştir, toplumsal hafızadan üretilmiştir. Modern toplumda ise siyaset ve onun ideolojileri bu kollektif kimlikleri ve algıları oluşturmaya başlar. Murtaza, Don Quijote gibi büyük bir tarihsel kırılmanın ürünüdür; ama Don Quijote gibi sevimli, saf, aptal ve deli değildir. Don Quijote, kollektif bir kimlikten vücut bulmaya çalışır. Don Quijote’un arayışı hem bugünü hem de tüm zamanları içerir; kendini bütün zamanlar içinde arar. Murtaza ise, olmayan ama çarpıtarak kurguladığı bir geçmişten kendini inşa etmeye kalkar. Ama bu kendilik, kendini kollektif kimliğe adamal biçiminde, toplumun yeni siyasal ideolojisine yapışarak inşa edilir. Dolayısıyla Murtaza, kendilik inşa etme yerine kendiliği gizleme ve kendini kollektif kimlik içinde eriterek varolmaya çalışır. Murtaza, yani Cumhuriyet insanı henüz birey olmaya hazır değildir. Bugün bile kendimizi büyük ölçüde kollektif kimliklerden tanımlama çabamız Murtaza’lığın toplumumuzda hala çok dirençli olduğunu göstermektedir. 

Murtaza’nın diğer bir akrabası 19. YY. ortasındaki Goçarov’un Oblomov’udur. Oblomov aristokrasinin çöküşünde doğar Rus toplumundan. Yitiktir, bağlanacağı bir şey yoktur. Sürekli varoluyormuş gibi yapar. Oblomov, Don Quijote’tan daha ileridedir, çöküşün farkındadır,

ama karşı eylemde bulunamaz, cesareti ve gücü yoktur. Kendisine toplumda biçilen rolü bile oynayamaz.

Oblomov hâlâ köklerine bağlıdır, ama o kökler sadece ona iaşe sağlar, hayatın anlamı ve değeri konusunda boştadır. Oblomov bizim köy kahvehanelerinde oturan ihtiyarlar gibidir. İhtiyarlar köy kahvehanelerinde aylarca, yıllarca otururlar. Sabah gelirler, ara sıra çay içerler, ara sıra birşeyler konuşurlar ve genellikle hep sessizliğe bürünürler. Arada bir namaza giderler, öğlen yemekleri için eve gidip gelirler.  Akşam tekrar evlerine dönerler. Onların hep boş oturduğunu sanırsınız. Aslında onlar, sanki köy dolmuşundan inecek bir yolcu bekler gibi ölümü beklemektedirler. Sürekli kendi içinde konuşurlar; o an geldiğinde vicdanlarındaki her şeyi nasıl ortaya dökeceklerini hayal ederler.  Köy kahvesindeki sandalyede, insanın vereceği en çetin hesabı, vicdan hesabını yıllarca yaparlar. Oblomov ise bizim ihtiyarlardan da beterdir. Bekleyeceği bir ölüm bile yoktur. O çürüyüşün simgesidir, onun için asla yarın varolmayacaktır. Murtaza ise tam tersine bir zorlama içindedir. Murtaza çürüyebilecek bir köke sahip değildir.  Ayrık otu gibi kendini var etmeye çalışır; bir orada bir burada.

Ve Pirandello. Artık kişi birey olmuştur ve tüm olanların farkındadır ve çevresini değiştirme gücü olan ve bunun farkında olan bireylerin hikâyeleri ile doludur Pirandello’nun eserleri. Pirandello, modernleşme sorunu 20. YY. başı İtalya’sında edebileştirir. Pirandello’nun aracı gelenek değil, psikanalizdir. Modernleşmenin insan üzerindeki izdüşümünden yeni insanı; bireyi anlatır. “Biri, Hiçbiri ve Binlercesi’nin” Moscarda’sı, “Müteveffa Mattia Pascal”, modern toplumun, kutsallıklardan sıyrılmış, varoluşu kendinden menkul insanlardan oluşan toplumun üyeleridir. Dünyayı kendi algısından ve hislerinden tanıyan ve anlamaya çalışan insanın hikâyelerini yazar Pirandello. Onun karakterleri yeni dünyanın farkında olan ve kendine yer açmaya çalışan bireylerdir. Murtaza ise bu farkındalığı hissetmemeye çalışmaktadır. Bu anlamda, Murtaza 20. YY. İtalya’sına değil daha çok 17. YY. dünyasının Don Quijote’una daha yakındır.

Murtazalığın Evrimi

Orhan Kemal de kendinden önceki büyük yazarlar gibi toplumsal çöküşün ve yeni filizlenen toplumun insan üzerindeki etkilerini resmeder. Tarihsel çizgiden incelersek Murtazalık, Oblomovluk veya Don Quijote’luğun modernliğe evrilen bütün toplumlarda ortaya çıktığını görmekteyiz. Onların modernleşmeye karşı tepkileri aynı zamanda tarihin akışını çizmektedir. Her toplumda farklı kimlikte ve farklı tepkilerle karşımıza çıkar Murtaza.

Batı Avrupa’da Don Quijote olarak karşımızdadır. Don Quijote dirençlidir; ölüme, yaşlanmaya ve geleneğin yokoluşuna karşı çıkar. Sanal bile olsa mücadelesi, bir naifliği vardır. Murtaza ise son derece saldırgandır, köksüzlüğünün farkındadır. Ayrık otu gibidir yaşamın içinde, ama kendini gül gibi canlandırır. Geleneğin değerleri ile yeni topluma ve yeni ideolojiye sarılır. Birbirine tezat iki bünyeyi aynı anda kendinde var etmeye çalışır. Don Quijote gibi savaşçı değildir, Murtaza, geleneğin yokoluşuna karşı, gelenek ve modernliğin içiçe yaşamasını zorlar; bunun için dayısı Kolağası Hasan’ın ruhunu bekçilikte diriltmeye çalışır. Orhan Kemal, 60 yıl öncesinden bize seslenir; ne Yeni Osmanlıcıların dediği gibi gelenek üzerinden bir modernlik inşa edilebilir veya batının teknolojisini alalım kültürü kalsın gibi basitleştirilebilir ne de Cumhuriyetçiler gibi geleneği yok sayarak yeni bir toplum kurulabilir. Gelenek eninde sonunda bir yerden kendini gösterir; Murtaza örneğindeki gibi moderniteyi ve rejimi savunan bir gelenek olarak otoriter, hatta totaliter bir kimlikte karşımıza çıkar.

Murtaza, Obomov gibi değildir, çünkü mülksüzdür. Pirandello’nun karakterleri gibi de değildir. Henüz hayatın içinde kendini görebilecek bir farkındalığa sahip değildir. Sadece didinir, hatta yaşamayı kendi paçaları ile yenişmek gibi yaşar. O henüz 6-9 yaş çocuğunun dünyasındadır. Murtaza, bizim bahtsız ağabeyimizdir. Görmemiştir görememiştir. Murtaza, bugüne gelebilmiş, ama geçmişine takılıp kalmış ve önündeki geleceği göremeyen ağabeyimizin hikâyesidir.  Murtaza, yani bu toplumun sıradan insanı, herhangi birimiz, yavaş yavaş ergen yaşlara gelecektir. Henüz edebiyatımızda Pirandello’nun karakterleri gibi bir karakter çıkmamıştır.

Orhan Kemal, Murtaza ile hem edebi hem de sosyolojik açıdan bize ayna tutmaktadır. Tarihsel kırılmanın, toplumsal karmaşanın ve bunların sonucu ortaya çıkan otoriterliğin kişi üzerinde nasıl içselleştirildiğinin öyküsüdür Murtaza. Modernleşen toplumda gerçeklerden kaçmaya çalışan insanın öyküsüdür. Orhan Kemal, bu insanın iç dünyasını toplumsallaştırır. Önemsizin ve önemsizlerin hikâyeleridir onun eserleri, kimsenin görmek istemediği…

Ercan Dansuk





[1] http://www.elestirelpsikoloji.org/eleps/eleps/kiziltan.html

Hiç yorum yok: