Bazen dünya çapında yetkin bir sanatçı
çıkarırsınız, ama bunun yıllarca farkına varamazsınız. Onun değerli olduğunu
bilirsiniz, ama ona sadece sınıfın çalışkan çocuğu muamelesi yaparsınız. Bazen
o çalışkan çocuğu bir “ormanda” ebediyete uğurlarsınız. Bazen daha çok yazsın
diye hücrelerde konuk edersiniz yıllarca. Yetkinlik başa beladır onlar için,
ama elde de değildir; onlar öyle doğmuştur.
Onların, o zamanda doğması rastlantı değildir, onlar öyle bir çağa ve
çağda doğmuşlardır ki kendileri çağın kopyası ve çağda onların kopyasıdır.
Hangisi hangisidir çok ayırt edemezsiniz; özdeştirler. Onlar büyük toplumsal ve
tarihsel kırılmalar içinde doğarlar, aynı yeryüzünün yaşadığı depremler sonrası
yok olan ve bir o kadar da yeni filizlenen hayatları gibi.
Orhan Kemal böylesi bir tarihsel
kırılmanın içinden çıkmıştır; yıkılan Saltanat ve filizlenen Cumhuriyet
içinden. Orhan Kemal Murtaza karakteri ile bu kaotik dönüşümün simgesel bir
anlatımı yapar. Murtaza, âdem babası Don Quijote’a selam ve saygı sunarak
doğar, ondan yaklaşık 360 yıl sonra. Toplumuzda bugün bile otoriterliğe
tapınanların dedesi konumundadır Murtaza. Otoriteye tapınmanın toplumda
yarattığı tahribatın kusursuz bir anlatımıdır. Murtaza saf ve inançlıdır; tüm
toplumu ve kurallarını kendinde görür. Kendisi, toplumdur, kendisi değildir.
Kendi olamayan bir kişinin, rejimle kendilik olarak örtüşmesinin yaratacağı
hastalıklı bir yaşamın öyküsüdür Murtaza. Orhan Kemal bu eserde, toplumuzda,
etnik kimlikler, mezhep kimlikleri ve ya ideolojik kimlikler üzerinden inşa
edilmeye çalışılan kimlik edinme çabalarının her ne kadar masum ve saf görünse
de insanlık-dışı görünümünü anlatır. Orhan Kemal’in eserlerinde genellikle
sıradan insan ve yoksulluk en belirgin temadır, fakat bu eserde bu temaların
çok ötesinde bir şeyleri anlatır. Bu ötedeki şeyleri bulabilmek için Orhan
Kemal’in Murtaza romanı sosyolojik, psikolojik ve edebi açılardan
incelenecektir.
Metafor
Gerçeği Masala Dönüştürme Sanatıdır
Edebiyat metaforları kullanır, gerçeğe
çeşitli süsler ve kostümler giydirir ve ona katlanmamızı kolaylaştırır.
Romanda, gündelik konuşmamızdaki gibi susadım demezsiniz, “yandım bittim”
dersiniz, susuzluğu anlatmak için. Lacan, metaforu bastırma duygusu karşısında
ortaya çıkan yüceltme mekanizmasına bağlar.
“Metafor
dilbilimsel bir gösterenin yerine, onunla eşzamanlı ilişkide bulunan bir başka
gösterenin ikame edilmesi eğilimidir. İnsan, kültürün simgelerinde metaforlarla
yüceltirken, metaforun ardında kalan gösteren bilinçdışına itilmiş olur.
Böylece gösterilen değişmeden kalmakla beraber gösterilenin kökensel göstereni,
yerini bir başka gösterene bırakmış olur. Edebiyatın daha ince bir söylem için
sıklıkla başvurduğu bu edime özne, daha toplumsal bir anlatım, bir söylem
kurmak için başvurur.”[1]
Murtaza’daki metafor çok açıktır;
otorite, arkasında bastırılan olgu itaat etmeye dayalı hiçlik duygusu. Murtaza
öyküsü itaat eden, kendi olamayan kişiyi otorite aracılıyla yüceltir. Hiçlik
duygusu, büyük büyük bir tarihsel dönüşüm sürecinde savaş, göç gibi büyük
travmaların ardında yaşanabilecek ağır bir patolojik durumdur. Maddi ve manevi
değer yitimleri, yüceltilmiş yeni bir olgu ile doldurulur.
Romanda sürekli
tekrarlanan Murtaza’nın “Almışım amirlerimden sıkı terbiye, görmüşüm disiplin,
dolaşır kanımda şehit Kolağası Hasan Dayımın mübarek kanı” sözü hiçlik duygusu
yerine konulan aidiyet duygusunun en katı ve açık şiarıdır. Kahramanlık ve
eğitim bu hiçliğin yerine ikame edilir. Şimdi bu sözün parçalarını tek tek
inceleyelim.
Kan ve kahramanlık arasında kurulan
ilişki sanki biyolojiktir. Murtaza’nın aklına bu kanın neden sadece kendinde
olduğu ve ailede başka hiç kimsede olmadığı hiçbir zaman gelmez. Bu sanki ona
Allah’ın bir lütfudur. Terbiye ve disiplin kahramanlığın işlevselleşme
araçlarıdır. Bu araçlar ile kişi toplumda rol alır, kimlik edinir bir anlamda.
Murtaza için hangi işin olduğu çok önemli değildir her iş terbiye ve disiplin
içerisinde olmalıdır. Fakat kendisine biçtiği iş ise üniformalı bir iştir.
Böylece hem kahramanlığını toplum içinde görünür kılacak bir kılığa bürünecek,
hem de hiçliğine karşın bir kişilik edinecektir.
Murtaza, aslında, burada bir metafordur,
yeni oluşturulan toplumun kaotik ve karmaşık ferdini temsil eder. Bu fert
aslında tek-parti döneminin ürettiği siyasal kişidir. Hatta bu dönemin ta
kendisidir. Toplumu kendi ve diğerleri olarak inşa etmeye çalışan batılılaşma
ve modernleşmeye dayalı bir siyasal projenin birebir kopyasıdır. Orhan Kemal
siyasal projeyi Murtaza bedeninde yazar. “Ne
sanarlardı, abe ne sanarlardı onu? Yukarıda Allah, Ankara’da Devlet hem de
Hükümet, burada da Murtaza.” (s.2) Murtaza, bu siyasal projenin ve
tek-partinin kendisidir. Kendi narsist dünyasından başka her şey “muzırdır”
onun için. Bütün otoriter rejimlerdeki siyah-beyaz dünyanın ortak dilidir;
sistemin istedikleri dışındaki her şeyi muzırlıkla etiketlemek. Ya da bir
rejimin otoriter olmaya başladığını gösterir “muzır” sözü.
Romandaki pamuk fabrikası toplumu temsil
eder, işçiler halktır. Fabrikanın sahibi hiçbir zaman ortada yoktur. Orhan
Kemal burada sanırım Atatürk’ün yokluğunu ifade eder. Sahibi değil hep
yöneticiler fabrikayı yönetir. Murtaza
kurbanı oynar, kutsal olana teslim olur. Kutsal olan sırasıyla, Allah, Devlet,
Hükümet, Zenginler; bunların hepsi doğaldır. Bunların dışındaki her şey
muzırdır. Kendisi ise kutsal olanlara itaat ile arada bir yerde günahsız bir
yaşam inşa eder. Toplumsal gerçeklikler, sınıflar yoktur Murtaza için; tıpkı
rejimin sınıfız olduğunu iddia etmesi gibi.
Orhan Kemal’in sanatçı kişiliği ve
dehası burada ortaya çıkar. Rejimi ve toplumsal dönüşümü, bu dönüşümün sıradan
insanlar üzerindeki izdüşümü üzerinden ve gündelik dil ile anlatır. Orhan
Kemal’in gündelik dili rejimin yapamadığı halkçılığı inşa eder. Bu nedenle
eserlerindeki gündelik dil seçimi stratejiktir. Kurgunun inandırıcılığını ve
gerçekçiliğini sağlar. Rejim karşısındaki insanın konumunu yine bu dil
içerisinde resmeder. İnsanların, rejime dair olan düşüncelerini, duygularını,
tepkilerini veya beğenilerini siyasal olmayan bir dil içerisinde verir. Siyasal
olanı gündelik dil içine yedirerek ve siyasal olmayan bir biçimde vererek
önemli bir siyasal duruşu çizer bu romanda. Bu metafor bugüne kadar ne
edebiyatta ne de sosyolojide dile getirilmiştir. Yazını başında belirtildiği
gibi Orhan Kemal bugüne kadar sadece sınıfın çalışkan çocuğu muamelesi
görmüştür. Eserinin derinliği ve katmanları ne edebiyat ne de diğer başka
alanlardaki incelemelerde keşfedilmiştir. O edebiyatımızda sadece “iyi” bir
yazardır. Peki, bu “iyi” yazar hangi tarihsel koşulların sonucu ortaya
çıkmıştır?
Cervantes,
Gonçarov, Pirandello ve Orhan Kemal
Bizim toplumumuzda yazılı kültürün
gelişme olanağı olmadığı için sözlü kültür başat bir yer alır. Kentleşme ve
bilişim teknolojileri toplumda büyük bir yer tutana kadar sözlü kültür bütün
toplumsal birikimleri ileten araç olmuştur. Orhan Kemal’in yaşadığı dönem sözlü
kültürün bitişinin başladığı dönemlere rast gelir. Tanzimat’tan bu yana gelişen
modern anlamda yazılı kültür Cumhuriyet ile kesin bir hegemonya sağlamaya
başlamıştır. 1800’lerin ortası ve 1900’lerin ortası bu değişim dönemini kapsar.
Modern Türk edebiyatının bütün önemli yazarları bu dönemde yetişir. Sözlü
kültürden yazılı kültüre geçişin hegemonik kırılmasını temsil ederler ve bunun
şahididirler bu dönem yazarları. Hikayeler, masallar, aşık ve ozan geleneği
gibi formlar üzerinden aktarılan toplumsal kültür yerini matbuatta bırakır. Bu
dönüşümün arka planı, dil devrimi ve okuma yazma seferberliğidir.
“Japonya’nın okur-yazarlık oranının 18.yüzyılda erkeklerde %40 ve kadınlarda %15, Avrupa’da ise ortalama %40, İngiltere'de 17.yüzyılın ikinci yarısında %50'lerin üzerinde ve 1710'da %70'i aşmıştı. Amerikan Devrimi zamanında ise %90'ları buldu. Bu artışın sebebi İncil'i her zaman her yerde okuyabilme isteği idi.”[1]
Bu verilerle kendimizi değerlendirirsek, Türkiye’nin modern dünyaya oldukça geç girdiğini görmekteyiz. Dil devrimini sadece harflerin değişimi olarak görenler işin tarihsel yanını okur-yazarlığın topluma yayılması olgusunu gözden kaçırırlar. Okur-yazarlık tüm toplumu deprem fayı gibi kırar, değiştirir. Toplum artık tarihsel olarak başka bir tabakadadır. Gelenekselden modern bir hayata geçişin kendisidir okuryazarlık. Yeni toplum, eski kuşaklardan duyduğu öyküleri ve hikâyeleri anlatan değil, kendi öykü ve hikâyelerini yazan insanlardan oluşmaktadır. Orhan Kemal bu yeni toplumun bir üyesidir ve yazarıdır; Reşat Nuri’ler Nazım Hikmet’ler, Necip Fazıllar, Ahmet Hamdi Tanpınar’lar gibi.
“Japonya’nın okur-yazarlık oranının 18.yüzyılda erkeklerde %40 ve kadınlarda %15, Avrupa’da ise ortalama %40, İngiltere'de 17.yüzyılın ikinci yarısında %50'lerin üzerinde ve 1710'da %70'i aşmıştı. Amerikan Devrimi zamanında ise %90'ları buldu. Bu artışın sebebi İncil'i her zaman her yerde okuyabilme isteği idi.”[1]
Bu verilerle kendimizi değerlendirirsek, Türkiye’nin modern dünyaya oldukça geç girdiğini görmekteyiz. Dil devrimini sadece harflerin değişimi olarak görenler işin tarihsel yanını okur-yazarlığın topluma yayılması olgusunu gözden kaçırırlar. Okur-yazarlık tüm toplumu deprem fayı gibi kırar, değiştirir. Toplum artık tarihsel olarak başka bir tabakadadır. Gelenekselden modern bir hayata geçişin kendisidir okuryazarlık. Yeni toplum, eski kuşaklardan duyduğu öyküleri ve hikâyeleri anlatan değil, kendi öykü ve hikâyelerini yazan insanlardan oluşmaktadır. Orhan Kemal bu yeni toplumun bir üyesidir ve yazarıdır; Reşat Nuri’ler Nazım Hikmet’ler, Necip Fazıllar, Ahmet Hamdi Tanpınar’lar gibi.
Orhan Kemal’i Cervantes, Gonçarov ve
Pirandello’nun yanına koymak keyfiyeten değildir. Herbiri kendi toplumlarının
tarihsel dönüşümüne tanık yazarlardır. Don Quijote, geleneğin içerisinden
çıkamayan ama yeni bir topluma kapılarını açmış Avrupa’dan doğar. Çevresindeki
herkesin deli dediği bu adam aslında o zamana kadar normal olanı; şövalye hikâyelerinde
anlatılan dünyayı ve değerlerini yaşamaya çalışmaktadır. Don Quijote’u evrensel
kılan, adaleti ve saflığı korumaya çalışmasıdır. Bir taraftan şövalye olarak
yel değirmenlerine karşı savaşarak adaletin peşinden gider, diğer yandan saflık
için Dulcinea’nın peşinden. Ama hepsi sanaldır, gerçeklikleri yoktur. Don
Quijote’ta bastırılan duygu ve gerçeklik, geleneğin yok oluşu duygusu
hissetmemektir; yüceltilen ise eski toplumun değerleridir.
Orhan Kemal’in Murtaza’sı ise Don
Quijote gibi kollektif bir algıdan dünyayı anlar ve yaşar. Kollektif algılar
veya kimlikler, yüzyıllar boyunca kutsaldan gelmiştir, toplumsal hafızadan
üretilmiştir. Modern toplumda ise siyaset ve onun ideolojileri bu kollektif
kimlikleri ve algıları oluşturmaya başlar. Murtaza, Don Quijote gibi büyük bir
tarihsel kırılmanın ürünüdür; ama Don Quijote gibi sevimli, saf, aptal ve deli
değildir. Don Quijote, kollektif bir kimlikten vücut bulmaya çalışır. Don
Quijote’un arayışı hem bugünü hem de tüm zamanları içerir; kendini bütün
zamanlar içinde arar. Murtaza ise, olmayan ama çarpıtarak kurguladığı bir
geçmişten kendini inşa etmeye kalkar. Ama bu kendilik, kendini kollektif
kimliğe adamal biçiminde, toplumun yeni siyasal ideolojisine yapışarak inşa
edilir. Dolayısıyla Murtaza, kendilik inşa etme yerine kendiliği gizleme ve
kendini kollektif kimlik içinde eriterek varolmaya çalışır. Murtaza, yani
Cumhuriyet insanı henüz birey olmaya hazır değildir. Bugün bile kendimizi büyük
ölçüde kollektif kimliklerden tanımlama çabamız Murtaza’lığın toplumumuzda hala
çok dirençli olduğunu göstermektedir.
Murtaza’nın diğer bir akrabası 19. YY.
ortasındaki Goçarov’un Oblomov’udur. Oblomov aristokrasinin çöküşünde doğar Rus
toplumundan. Yitiktir, bağlanacağı bir şey yoktur. Sürekli varoluyormuş gibi
yapar. Oblomov, Don Quijote’tan daha ileridedir, çöküşün farkındadır,
ama karşı eylemde bulunamaz, cesareti ve
gücü yoktur. Kendisine toplumda biçilen rolü bile oynayamaz.
Oblomov hâlâ köklerine bağlıdır, ama o
kökler sadece ona iaşe sağlar, hayatın anlamı ve değeri konusunda boştadır.
Oblomov bizim köy kahvehanelerinde oturan ihtiyarlar gibidir. İhtiyarlar köy
kahvehanelerinde aylarca, yıllarca otururlar. Sabah gelirler, ara sıra çay
içerler, ara sıra birşeyler konuşurlar ve genellikle hep sessizliğe bürünürler.
Arada bir namaza giderler, öğlen yemekleri için eve gidip gelirler. Akşam tekrar evlerine dönerler. Onların hep
boş oturduğunu sanırsınız. Aslında onlar, sanki köy dolmuşundan inecek bir yolcu
bekler gibi ölümü beklemektedirler. Sürekli kendi içinde konuşurlar; o an
geldiğinde vicdanlarındaki her şeyi nasıl ortaya dökeceklerini hayal
ederler. Köy kahvesindeki sandalyede,
insanın vereceği en çetin hesabı, vicdan hesabını yıllarca yaparlar. Oblomov
ise bizim ihtiyarlardan da beterdir. Bekleyeceği bir ölüm bile yoktur. O
çürüyüşün simgesidir, onun için asla yarın varolmayacaktır. Murtaza ise tam
tersine bir zorlama içindedir. Murtaza çürüyebilecek bir köke sahip
değildir. Ayrık otu gibi kendini var
etmeye çalışır; bir orada bir burada.
Ve Pirandello. Artık kişi birey olmuştur
ve tüm olanların farkındadır ve çevresini değiştirme gücü olan ve bunun
farkında olan bireylerin hikâyeleri ile doludur Pirandello’nun eserleri.
Pirandello, modernleşme sorunu 20. YY. başı İtalya’sında edebileştirir.
Pirandello’nun aracı gelenek değil, psikanalizdir. Modernleşmenin insan
üzerindeki izdüşümünden yeni insanı; bireyi anlatır. “Biri, Hiçbiri ve
Binlercesi’nin” Moscarda’sı, “Müteveffa Mattia Pascal”, modern toplumun,
kutsallıklardan sıyrılmış, varoluşu kendinden menkul insanlardan oluşan
toplumun üyeleridir. Dünyayı kendi algısından ve hislerinden tanıyan ve
anlamaya çalışan insanın hikâyelerini yazar Pirandello. Onun karakterleri yeni
dünyanın farkında olan ve kendine yer açmaya çalışan bireylerdir. Murtaza ise
bu farkındalığı hissetmemeye çalışmaktadır. Bu anlamda, Murtaza 20. YY.
İtalya’sına değil daha çok 17. YY. dünyasının Don Quijote’una daha yakındır.
Murtazalığın
Evrimi
Orhan Kemal de kendinden önceki büyük
yazarlar gibi toplumsal çöküşün ve yeni filizlenen toplumun insan üzerindeki
etkilerini resmeder. Tarihsel çizgiden incelersek Murtazalık, Oblomovluk veya
Don Quijote’luğun modernliğe evrilen bütün toplumlarda ortaya çıktığını
görmekteyiz. Onların modernleşmeye karşı tepkileri aynı zamanda tarihin akışını
çizmektedir. Her toplumda farklı kimlikte ve farklı tepkilerle karşımıza çıkar
Murtaza.
Batı Avrupa’da Don Quijote olarak
karşımızdadır. Don Quijote dirençlidir; ölüme, yaşlanmaya ve geleneğin
yokoluşuna karşı çıkar. Sanal bile olsa mücadelesi, bir naifliği vardır.
Murtaza ise son derece saldırgandır, köksüzlüğünün farkındadır. Ayrık otu
gibidir yaşamın içinde, ama kendini gül gibi canlandırır. Geleneğin değerleri ile
yeni topluma ve yeni ideolojiye sarılır. Birbirine tezat iki bünyeyi aynı anda
kendinde var etmeye çalışır. Don Quijote gibi savaşçı değildir, Murtaza,
geleneğin yokoluşuna karşı, gelenek ve modernliğin içiçe yaşamasını zorlar;
bunun için dayısı Kolağası Hasan’ın ruhunu bekçilikte diriltmeye çalışır. Orhan
Kemal, 60 yıl öncesinden bize seslenir; ne Yeni Osmanlıcıların dediği gibi
gelenek üzerinden bir modernlik inşa edilebilir veya batının teknolojisini
alalım kültürü kalsın gibi basitleştirilebilir ne de Cumhuriyetçiler gibi
geleneği yok sayarak yeni bir toplum kurulabilir. Gelenek eninde sonunda bir
yerden kendini gösterir; Murtaza örneğindeki gibi moderniteyi ve rejimi savunan
bir gelenek olarak otoriter, hatta totaliter bir kimlikte karşımıza çıkar.
Murtaza, Obomov gibi değildir, çünkü
mülksüzdür. Pirandello’nun karakterleri gibi de değildir. Henüz hayatın içinde
kendini görebilecek bir farkındalığa sahip değildir. Sadece didinir, hatta
yaşamayı kendi paçaları ile yenişmek gibi yaşar. O henüz 6-9 yaş çocuğunun
dünyasındadır. Murtaza, bizim bahtsız ağabeyimizdir.
Görmemiştir görememiştir. Murtaza, bugüne gelebilmiş, ama geçmişine takılıp
kalmış ve önündeki geleceği göremeyen ağabeyimizin hikâyesidir. Murtaza, yani bu toplumun sıradan insanı,
herhangi birimiz, yavaş yavaş ergen yaşlara gelecektir. Henüz edebiyatımızda
Pirandello’nun karakterleri gibi bir karakter çıkmamıştır.
Orhan Kemal, Murtaza ile hem edebi hem
de sosyolojik açıdan bize ayna tutmaktadır. Tarihsel kırılmanın, toplumsal
karmaşanın ve bunların sonucu ortaya çıkan otoriterliğin kişi üzerinde nasıl
içselleştirildiğinin öyküsüdür Murtaza. Modernleşen toplumda gerçeklerden
kaçmaya çalışan insanın öyküsüdür. Orhan Kemal, bu insanın iç dünyasını
toplumsallaştırır. Önemsizin ve önemsizlerin hikâyeleridir onun eserleri,
kimsenin görmek istemediği…
Ercan Dansuk
[1] http://www.elestirelpsikoloji.org/eleps/eleps/kiziltan.html
[2]
Alıntılar aşağıdaki kaynaklardan derlenmiştir.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Okuryazarl%C4%B1k
http://arsiv.ntvmsnbc.com/ntv/metinler/Tarih_Dersleri/mayis_2008/14.asp
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder